Etrafımı sıkıca kuşatmış binaların arasındayım. Eskimiş
modern hatlı, şehir havasıyla kirlenip kararmış. Göğü ve yeri kapatıp kaplamış
bir beton-çelik-cam vadisinde. Dik açılar, üçgenler, hiçbir eğrinin olmadığı
keskin çizgiler. Işık da bunlardan yansıdığı kadar. Loş, metalik.
Başımı kaldırdığımda karşımda iki binayı birleştiren
camlı bir tünelde soldan sağa hızla akan bir kalabalık görüyorum. En önde giden
iri yarı adamın milliyetini kestirmeye çalışıyorum. Kafilenin alfa erkeği
sanki. Yerli de olabilir yabancı da. Ama arkadan gelenler yabancı. Yaşlıca bir
kadın durup cama dayanıyor, çıkarıp bir sigara yakıyor.
Dikkatim görüntülerden seslere kayıyor birden. Şehir
uğultusu, evet. Dalgalar halinde yükselip alçalırken bu dalgalar birbirlerini
dinlemeye, işitmeye ve cevaplamaya başlamış gibi. Oradan bir tizlik, buradan
onu kucaklayıp bambaşka bir cümleye oturtan peslik.. Bu rastlantısal müziğe
uzun uzun kulak veriyorum. Malzemesi boktan -gürültü- ama ortaya çıkan ahenk.
Sağdaki binanın çok geniş merdivenleri başındayken
sevgilisiyle vedalaşan bir kadının sesi geliyor: “Görüşürüz hayatım!”
Arkasından kendi kendini yankılayarak hayatım.. hayatım dediği adam yanıma
geliyor. Merdivenlerdeki trafiğe karışarak yukarı çıkarken öteden beri
tanışıyormuşuz gibi lafa ortalık yerinden başlayarak geçende bir yerlerde
gördüğü kırmızı boneli işçi kadınları anlatmaya başlıyor. Görünümlerinde öyle
bir uyum varmış ki ağzı açık kalmış. Belediye başkanına göstermek üzere
çektiği, yanlamasına bitiştirilmiş aşağı yukarı iki vesikalık boyutunda
fotografı gösteriyor. Kırmızı bonelerin hizalanışı gerçekten pek hoş.
Bazen öyle oluyor diyorum, her şey ahenge giriyor.
Deminki sesler gibi.
*
Yakında İstanbul’a gideceğim. Bu rüya onun mu
hazırlayıcısıydı acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder