İrkildim. İtmedim. Daldım içine. Düşünmedim, hissettim.
Öyle olunca duygular hep yeni. Algı. Çevrilen sayfaya İstanbul kendini yazdı.
Ateşim körüklendi. Aktım. Vuruldum.
24 Ekim 2014 Cuma
11 Ekim 2014 Cumartesi
BAĞLAM
Sırtımı Kanyon’a verip önündeki meydanda bir banka
oturdum. Kapalı göğün altında, sürati kesilen lav akıntısına benzer kızgın
akşam trafiğini seyre daldım.
Canhıraş bir ambulans, kendine yer açmaya çalışarak
daldığı kördüğümde uzunca bir süre önümde takılı kaldı. Otobüsler, minibüsler,
araçların arasından zikzaklar çizerek sıyrılan, sıyrılamadığı yerde kaldırımdan
geriye ne kalmışsa orada kendi zikzaklarıyla ilerlemeye bakan yaya kalabalığına
dalan mobiletler, motosikletler. Kalın uğultu tabakasına tiz çizikler atan
kornalar, sirenler.
Fazlasıyla tanıdık bu karmaşaya fazlasıyla tanıdık
tepkiyi verebilir ve ya bunalır ya da onu yok bilmeye çalışırdım.
Onun yerine iyice yaklaştım.
Elinde beyaz torbası, yeşil montlu genci görüş alanımdan
çıkana kadar takip ettim. Kendime varlığını hatırlattığım tasaları, umutları,
sorunları, sevinçleriyle uğultunun yüzsüz bir parçası olmaktan hızlı adımlarla
çıktı. Gitti. Aynını kulaklıklarıyla otobüste dikilen, alnını cama dayayıp
dalmış gitmiş, elindeki telsize talimatlar yağdırarak koşar adım yürüyen vs
birkaç kişiyle daha, onların insanlıklarını, tekilliklerini alabildiğine
hissederek yaptım.
Her birinin birer mecrası, çerçevesi, bağlamı olan bu
hayatların, kesişip bir araya gelişleri üzerine kesif bir duman gibi yükselen
anonim kargaşayı geriye, çıktığı yere doğru izlemek, başın döndüğünde tek bir
noktaya odaklanmanın etkisini yarattı.
Sakinleştim.
Kalkıp içeri, Prenses Grace filmine girdim. Artistin
sarayda sudan çıkmış balık halli yaşamını ilkten anlam veremediğim yoğun bir
ilgiyle seyretmeye koyuldum.
Rahip dostuyla konuşması hah, işte bu dedirtti. Aşağı
yukarı şöyle bir dialogdu:
Grace –Kendim olamadığım bir yerde daha ne kadar
kalabilirim, bilmiyorum.
Rahip –Kendin dediğin kim ki? Sen kendini bir film
artisti olarak tanımladın. Hollywood’u ile o fasıl geride kaldı. Önündeyse
hayatının rolü var; buraya uyum sağlamak, kendini, aileni dağılıp gitmekten
kurtarmak.
Rahip buna Monako tahtını da ekledi ama benim dikkatim
klişeler ile filmin vasat anlatımında değil, parmak bastığındaydı.
Grace bunun üzerine silkelendi. Savruluşu sona erdi.
İşlevini yitiren eskisi yerine kendine anlatacağı, anlam ve yön sunan yeni bir
hikaye bulacaktı. Aldı, hayatına bu bağlamın merceğinden baktı.
Gerçekte öyle mi oldu, bilmem. Bu bir film. Ama anlattığı
bir vakıa.
Bağlam ve onu oturttuğumuz öyküleştirme her şey.
9 Ekim 2014 Perşembe
MİRO
Yedi ay sonra İstanbul, önüme bir deste iskambil kağıdı
gibi yüzlerini saçıyor.
Yeni binalar, biraz daha beton.
Soluk aldırmayan trafik.
Her bayramda boşaldığı söylenen kentin taş çatlasa ne
kadar azalabilecek kalabalığı. (Bir obezin üç beş kilo vermesi kadar
hissedilebilir azalması.)
Yol kenarlarında, meydanlardaki çimenlik yamalarda ailece
yorganlarını başlarına çekmiş Suriyeliler.
Pastaneleri, restoranları doldurup bir o kadarı da yer
bekleşirken kaldırımlara taşan bayram kalabalığı.
Vale servislisinden uçan balon-kağıt helva ve açık havada
ahaliye karışmaktan ibaretine her keseden tatil eğlencesi.
Yakılan otobüsler, yaralanan, ölenlerle bölgesel
cehennemin şehre sıçrayan kıvılcımları.
İstanbul!
Her zaman parçalı bir paralel gerçeklikler alemi.
Seçtiğin ya da önüne gelen kartlarla “elin” seni kapkara
bir karamsarlığa da götürebilir, günü gün etmeye de, sadece konu başlıklarının
değiştiği orta sınıf bir kronik endişe haline de.
Tek tek noktalardan, piksellerden (olgulardan) oluşma bir
akıştan ibaret aslında İstanbul. Yaşam. Bunların insanların hayatına dokunanları, algı
alanlarına girenleri ve yorumlanıp bir araya getirilişleriyle sonsuz çeşitleme
veriyor.
Sergiyi sondan başa, sonra baştan sona gezdiğimde işte
Miro dedim. İç-dış savaşların eksik olmadığı ömründen onun alıp yankıladıkları,
dokuduğu kendi dili.
Sergiyi sevinçle (sözcük bu!) gezen, çocuklardı. Miro
adına kıvandım.
Noktaları seçip birleştirme özgürlüğünde aynı safta
değiller mi? Saflıkta?
Fotograflar şöyle bir fikir verse de müze ışığına ve tabii
çekenin seçimine bağımlı kalışlarıyla yetersiz.
Olanağınız varsa gidin. Kendiniz görün, görüşünüzde öne
çıkan noktaları kendiniz birleştirin.
3 Ekim 2014 Cuma
TOURETTE KURBANLARI
Bir çocukluk arkadaşından söz ediyordu. Bence Tourette
sendromluydu, dedi.
“Neden?”
“Tikleri.. Bir de önüne geçemediği cümle tekrarları.”
Sonra bir terapi seansının televizyonda gördüğü bölümünü
anlattı.
“Çocukların önüne tahrik edici şeyler koyuyorlar. Masanın
üzerine bir top mesela. Dürtüye kaç saniye karşı durduklarını saydırıyorlar.
Amaç, süreyi her seferinde uzatmak. Bazısı uzunca bir zaman kendini
tutabiliyordu. Önüne konulan topu görür görmez elinin tersiyle savuranı gibi
bazıları da dürtüye anında yenik düşüyordu."
Durdu, ekledi.
“Dürtüler söz konusu olduğunda aslında hepimiz üç aşağı
beş yukarı Tourette sendromundan mustarip değil miyiz?”
Gözüm, elimde yakmayı beklediğim sigaraya kaydı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)