30 Eylül 2014 Salı

DÜNCEL



Sabah yürüyüşünde çalıya takılmış gazete sayfasının yanından geçerken birden durdum.

Güncelin doğasının bin kelimeye bedel resmi güneşi arkasına almış, hafif esintide nazlı nazlı salınıyordu.

Yediği yağmurla kabaran sayfanın börtü böcek, kuş, uzaklarda elektrikli bir testere ve diğerlerinden sıyrılan sesine kulak verdim: Tazeyken yürekleri hop ettirmiş, öfke, korku, kaygı uyandırmış aktüalitenin, böyle güçlü tepkiler uyandırmaya ayarlı mecrasından geri kalana.

Ucunda kukla gibi oynatıldığımız, bizden beklenen karşılığı verirken bundan bağımsız bir tavır oluşturma ihtimalini bile hayal etmez hale geldiğimiz GÜNCEL ipi. Hayatın avaz avaz bağırdığından ibaret olduğu yanılsamasını yaratan, farklı bağlantılar kurma, bugünle ana akım dışında ilintilenme olasılığını sekteye uğratan şu zorlayıcı, dayatmacı kavram.

Tetiklediği çokça standart tepkilerin, günü geçer geçmez hiç yaşanmamış gibi olduğu ve yeni haberlerde bıktırıcı bir yeknesaklıkla yeniden körüklendiği güncel kamçısının çalıya takılmış haline baktım.

Elden ayaktan düşmüş zorba zavallılığına.

Muzaffer bir edayla omuz silktim:


Düncel!

25 Eylül 2014 Perşembe

KINALI

Şöyle bir hesapla 20 yaşında.


Bir ameliyatı izleyen narkoz sersemliği sırasında öldü sanılıp atıldığı çöp bidonundan çıkarılalı 6-7 yıl olmuştur. Hayatın ikinci kez bahşedildiği bu dönemde ileri yaşın külfetini insan yerine bir kedi bedeninde sergiliyor.

Bir zamanlar adamakıllı gösterişli olan kürkü, havı orası burasından dökülmüş, rengi atmış sefil bir posta dönmüş, adımlarını hesaplayarak bahçeyi geçip verandaya geliyor. Teki zamanında bir kavgaya kurban gidip güdük kalan kulakları bir kedi için çok ağır işitiyor. Miyavladığı, hafif bir gıcırtı halinde çıkan sesinden ziyade öylece açıp oynattığı ağzından anlaşılıyor. Verdiklerimizi şöyle bir koklayıp su kabına yöneliyor.

Sonra, her hareketini ölçe biçe, en az ıstıraplı olacak konumda hemen önümüze, taşlara uzanıyor. Bütün istediğim biraz insan varlığı der gibi.

Yatışını, patilerinden birinin duruşunu değiştirmesi hep ağır ağır.



Türünün ortalamasını misliyle aşmış ömründe kediyle özdeşleşen çeviklikten insani bir düşkünlüğe geçeli çok oluyor.

Gözüm onu kıvrıldığı yerden iki adım ötede oturan 93 yaşındaki babamla birlikte çerçeveliyor. Bu resimde kedi ile insan bedeni arasındaki fark silinirken bedenlerin hareketliliğine çöken ağırlık öne çıkıyor. O ağır, seyri bile bezdirici çaba. Doğumdan ölüme canlılığın görünüşteki farkların ötesinde bir olan seyri. Puslanan hayatiyetin çentik çentik düşüşü.

Bir yandan yaşam, parlayıvereceği, kısa da olsa fışkıracağı aralık arıyor.

Geçen yıla kadar Kınalı, uyuklamasının ortasında bir anda silkiniyor, kolay görünen bir av peşinden şimşek gibi bir hamlede incir ağacına tırmanıyordu.

Bazen denizden gözleri ışıldayarak gelen babam gibi: “Bugün iki saate yakın kaldım!”

Sakin yaz sonu ikindileri ikisini aynı verandada görmek, kendimi kaptırmaktan çekindiğim tatlı-buruk bir tat veriyor. 



23 Eylül 2014 Salı

GEÇİŞ

Önce bulutlar geldi. Eylül’ün tam 1’inde. Masum cumuli nimbus. Güneş, adacığın üzerinde, kenarlarından altın fistolar geçirerek onların arasından doğdu. Rüzgar kuzeyden, dağdan esmeye başladı. Nem bir anda düştü. Işık başkalaştı. Göğün mavisi koyulup derinleşirken akrilik boya kadar eşit dağılır oldu. Kontrastlar keskinleşti. Sıcaklık huy değiştirdi. Yine yüksek de olsa artık iliklere işleyip kavurmayan güz sıcağına dönüştü. Daha belirgini, yaz’ın zamanı sürgit askıya aldığı duygusu yerini geçiş ve sonluluk hissine bıraktı. Bitki örtüsünün alacalanması yakındır. Çıtır, derin ışığı, artık sadece (geçkince bir kızın ayağı yere eren hayalleri gibi) tatlı sıcağı, fotograf ya da resimlere şölen renkleriyle sonbahar yeryüzüne, tenim ve gözlerimden de içime usul usul yayılıyor.

Yaz, varlığımı, fikir değiştiren bir çömlekçinin çarkı hızla döndürürken vazodan saksıya çevirmeden önce bozup erittiği ıslak bir topak kil gibi, alıştığı biçimden çıkarıyor. Ne kontur bırakıyor ne başka bir tanım. Eritip ayrı bildiğim bütün her şeye karıştırıyor. Elementlere, nesnelere, kalabalığa.

Kaybettiğin kendin yerine dağılıp karıştığın bütünü bulmak, fiziksel olarak zahmetli olsa da sarhoş edici.

Çocuksu bir şehvet.

Çocuksu da bir zamandan azat edilmişlik duygusu. Bu halin sonsuza dek süreceği yanılsaması.

Aklı başına, algıları gerisin geri birinci tekil şahsa getiren, değişimi askıdan indirip akışını kaldığı yerden sürdüren, güz.

Cini çıktığı lambaya geri iten.

Çocuksuluğu hızlı bir ergenlikle değiştiren.

Zamanı yeniden hissettirmeye başlayan.

Güzel mevsim, hiç sözüm yok.


Ama cenetten kovulma hissiyle beni eşekten düşmüşe çeviriyor.

14 Eylül 2014 Pazar

KIYIDA





Civarda irili ufaklı, kolay kira gelirine açgözlülükle alelusul kondurulmuş yazlık öbeklerinin artışıyla “bizim” site, ecrimisil (ne kelime!) bedelini ödediği plajlardaki hakkını canla başla korumaya girişti. Şezlongların büyük çoğunluğu artık boş da olsa (Eylül’ün ortasındayız) dışarıdan gelen birileri oturduğu an başlarında sitenin adı basılı fosforlu yeleğiyle bir görevli bitiyor ve onları kibarca oradan kaldırıyor.

Bu sıkı uygulamanın sitenin “açık” üyelerinin şikayetinden kaynaklandığını gözlemliyorum. Kamusal alanlarının hızla renk değiştirmesine (sözcüğün her anlamında) son bir cılız direniş. Ahalinin, halkın, “kapalıların” nüfuzu önlenmeye çalışılıyor ama nafile.

“Onlar” artık sadece çeperde değil. Site içindeki varlıklarıyla “bizi” şimdiden azınlığa itmiş durumdalar.

Kafamı şöyle bir kaldırıp etrafıma bakıyorum. Biraz ötedeki iki üç şezlong grubundaki birkaç kişiyle birlikte çepeçevre, rengarenk haşema topluluğuyla kuşatılmış olduğumu görüyorum. (İkinci kuşak haşemalar bunlar. Su geçirmiyor, dolayısıyla vücuda yapışıp kuşananı çıplaktan beter etmiyorlar. Moda oraya da uzanmış; desenlileri, şık tünik biçimlileri var.)

Bu arada kadınlarıyla defalarca göz göze geliyorum. Karşılıklı birbirini tartan, yargılamanın sınırında bakışmalar.

Örtünmede kullanılan kumaş miktarına, biçimine kodlanmış ve karşı karşıya gelen zıt gerçeklikler, yaşam okumaları.

Çocukların kesintisiz tiz çığlıklarına, suda yankılanan bağrışlara karşı balmumu kulak tıkaçlarını biraz daha derine iterek bir yandan da Raymond Geuss’un Kamusal Şeyler Özel Şeyler’ini okuyorum. İlkçağ, Roma, Augustinus düşüncesi ve liberalizm boyunca bize şimdi doğal ve evrensel gelen kamu-özel ayrımının hiç de öyle olmadığını, değişen koşullarla ortaya çıkıp biçimlendiğini gösteren evrimine göz atmak tepkileri(mi) askıya almayı kolaylaştırıyor.

Liberalizmin benimsediğim kamu-özel ayrımının sınırları neler?

Yakın bir geçmişe kadar benzerlerimin hükmünde olan görünürlüğe şimdi “ötekilerin,” üstelik kayda değer bir özgüvenle dalışlarıyla duyduğum irkilmenin temelleri ne?*

Kendilerine benzemem için baskı yapacakları korkusu?

(Peki ama ya ait göründüğüm bu tarafın onlara karşı tavrı neydi? Görünürlüğe sahip çıkmak ve benim gibi görünmüyorsan gözümün önünden kaybol demeye getirmek değil mi? Buna eşlik eden aşağısamayı, değersizleştirmeyi saymıyorum bile. Rollerin değişmekte oluşu, sırf bu aynalama için bile olsa yaşamaya değer geliyor.)

Böyle bir baskı hiç olmayacak olsa tepkim nasıl değişirdi?

Onlar haşemalı, ben bikinili, yan yana, sadece görünürde değil, asıl kendi içlerimizde tam bir kabul, dolayısıyla barış içinde var olabilir miydik?

Bu kadar uzun bir geçmişe dayalı saflaşma ve egemenlik ilişkilerinin tersine çevrilmesi iyimser olmayı en azından kısa vadede güçleştiriyor.
__________

*Bu özgüvenin bariz bir zenginleşme içindeki kesimle sınırlı olmadığını gözlemlemek ilginç. Alt tabaka da sığıntılık hissini geride bırakmış görünüyor. Özgüvenin yükselişi, makarna-kömürle satın alındıkları, bunların zaten Aziz Nesin’in o ünlü güruhundan ibaret oldukları vs kör tekrarlardan çok daha açıklayıcı.

12 Eylül 2014 Cuma

PİYANGO

Şehre hemen her inişimde onu ırmağın bir arkasında, bankanın önü ya da karşı kaldırımında görürüm. Yıllardır. Taburesine dimdik oturmuş. Başında geniş kenarlı, havalı bir şapka, en büyüğü, gösterişlisinden güneş gözlüğü ya gözünde ya şapkasının kenarına kaldırılmış, hep makyajlı, pembe ya da kızıl ruju hiç eksiksiz. Elinde fildişi ya da deve kemiğinden zarif bir yelpazeymiş gibi tuttuğu piyango bileti demeti.

Ama hepsinden önce duruşu. Yere dümdüz ve tam basan tabanlarından başlayarak başının tepe noktasına uzanan bir oturmuşluk. Kendini bağırmadan, fısıldamadan, göze sokmadığı kadar gözden de kaçırmadan ortaya koyuş. Kadın olmaktan tahrike sapmaksızın yansıyan o yekpare güven. Yoğunluk.

Gösteriş ile ortaya koyma arasındaki farkın imgesi.

Bu kez gidip konuşacağım dedim. Buranın (zamanda süreklilik ile) bir yandan böylesine bir parçası, bir yandan da gözü hoş bir an boyunca sıçratan beklenmedik yabancılaştırıcısı olarak belki öyküsünü de dinlerim.

Tanıdığı bir anne kızla sohbet ediyordu. Gruba katılıverdim. Desteden bir çeyrek bilet çekerken “Bu sokağa ne güzel bir aydınlık katıyorsunuz” dedim. “Her zaman bakımlı!”

Yüzüne sıcak bir tebessüm yayıldı. “Çocukluğumdan beri öyledir. Süslenmek bende bir tutku.”

Sesinin tonu hayal ettiğimden çok farklı. Duruşundan ziyade rujunun pembesiyle kafiyeli. Hafifçe düşsel, fazla da havai olmadan genç. Altmışlarında görünen bedeninden belki 40 yıl, belki daha bile genç.

“Yok, buralıyım, doğma büyüme. Ama çocuklarım İstanbul’a göçtü. Arada bir görmeye giderim. Kendi evimde oturmuyorum, hayır. Kardeşlerim bir oyunla payıma el koydu, babamın ölümüyle de beni evden attılar.”

Anlatımında şaşırtıcı bir naiflik var, saflık. Tül gibi de bir hüzün.

“Kale’ye çıkan yol üzeri. Geçmişseniz mutlaka görmüşünüzdür. Köşedeki viran evdi. Onlara da kısmet olmadı. Yandı gitti. Ben yanındaki evde kiracıyım şimdi.”

Hiç cevaplanmamış kafa karıştırıcı soruların karşılığı belki de orada bulunur der gibi yüzüme bakıyordu. Cümleleri nokta yerine üç noktayla havaya asılarak devam etti.

"Hiçbir zaman kötülüklerini istemedim. Ama hakkımı da helal etmedim. Ondan mıdır?. Büyük çok hastalandı, sonunda öldü. Bu fikri kafasına sokan karısı da. Sevinmedim. Kadıncağız o kadar çekti ki öldüğünde ağladım bile. Ortancanın günahı zayıflığıydı, onların suyunda gitti.”

Yüzü birden aydınlandı.

“O evin bahçesi.. Gözüm gibi bakardım. Ta kızlığımdan. Türlü türlü çiçekler, fidanlar eker dikerdim. Gelen geçenin gözü kalırdı. Bir defasında kaymakam dayanamamış, içeri girip bahçeyi böyle kimin yaptığını sormuş.”

Yüzünde göğüs kabartıcı anının ışıltısı.

“Güzelleştirmeyi seviyorsunuz demek” dedim. “Kendiniz gibi toprağı da.”

Gözümün ta içine baktı. Baktı. Tatlı bir gülümsemeyle başını eğdi.


“Evet.”

.