23 Ağustos 2013 Cuma

SESLERLE

Karşıya vapurla. Günbatımında alacalanan (tırmandıkları yüzlerce metreyle bir yandan da göğün enginliğini gözler önüne seren) bulutlar, bir türlü getiremedikleri yağmur yerine renkleri yağdırıyordu. Hızla değişen son ışıklarla anı anından farklı bir cümbüştür gitmekte.



“Al sana doğaçlamanın en özgürü!”

Serbest doğaçlamaya ben Islak Köpek ile uyandım. Anladım. Sevdim. Ama sevdirebildiğim pek söylenemez. Seslerden dikili biçili müzik olmasını ya da doğadaki halleriyle çabasızca kulak okşamasını bekleyen, bunların dışında kulakları (gönül kulağı da denebilir mi sahi?) henüz kapalı arkadaşlarım, tanıdıklarım, paylaşma isteğimi sarsılmaz bir kararlılıkla geri çevirmeye devam ediyor. Seslerle tıpkı boyalar, taş-tahta, metal ve sözcükler gibi oynanabildiğine benimle birlikte tanık olup bundan neler neler çıkaracak insanlara bakınmaktan ben yine de vazgeçmiyorum.

Ya tutarsa? Ya bir gün birileri daha bu eleği ele geçirdiği gibi yarı beline dek girdiği ırmaktan nice altın-taşlar eler, hayatına başka bir bakışın zenginliğini katarsa?



Genç Jeff’e Gitar Kafe’ye gitmek ister mi diye işte öyle sordum.

“Islak Köpek grubundan Şevket’le Korhan, Sumru Ağıryürüyen ve Anıl Eraslan’la serbest doğaçlama yapacak. Vokal, çello, gitar ve elektronik aletler.. Ne dersin?”

Deneyime sünger gibi açık haliyle hiç kurcalamadan tabii, dedi. Doğruluğu yine de elden bırakmadım. Uyarı olduğunu anlayabileceği bir not düştüm: “Daha önce serbest doğaçlama duymadığını söylüyordun. Alışılmadık gelebilir.” Aldırmadı. Deneyim deneyimdir.

Günbatımı şenliği ardından Gitar Kafenin ufak, loş odasına geldik.

Bir kadeh kırmızı şarap, bir bardak bira, sustuk ve gözlerimizi sahneye çevirdik. Başka biri olsa konuğumdur, iyi halinden sorumluyum duygusuyla ara ara döner, yüzünden, duruşundan ne halde olduğunu yoklardım. Jeff farklı. Hoşlansa da hoşlanmasa da yaşadığından yakıt çıkaracağına güvenim tam; onu kendi haline bıraktım, kendimi de kendiminkine ve böylece ilintilendirme ihtiyacı duymadığımız iki ayrı kaydıraktan, taze üretilen seslerin ırmağına daldık. Öyle olmuş olduğu çıkıştaki konuşmamızdan anlaşıldı.

“Önce bir saat boyunca bunu kaldırabilir miyim dedim. Ama kısa süre sonra, bilemiyorum ne zaman, kendimi içinde buldum. Ve çok, çok hoşuma gitti” dediğinde.

*



Ve işte başlıyor.

Sumru’nun sesi kesik kesik bir arayışla Anıl’ın çellosuna karışıyor. Sert Sessizler projesinden bildiğim bir karşılıklı güven içinde birlikte arıyorlar. Suyun yolunu araması gibi. Şevket gitarı, Korhan (bağışla beni, bunlara ne denmesi gerektiğini hala bilmiyorum) elektronik salata çanağıyla onlara katılıyor.

Sesler.. insanın iç aleminin dokularını dışa vuruyor. Sertlik, yumuşaklık, direngenlik, akış, darbe, dokunuş, esinti, girdap, kapanma ve açılma, sıcaklık.

Ve dokular dokularla söyleşiyor. Söyleşinin en saf haliyle; önce ya da aynı anda dinlemekten başlayıp. İnsanların sözcüklerle nadiren başarabileceği bir gerçek dinlemeyle. Böylece dokular, adalaşmış, yalıtılmış deneyimlerin kabaca yan yana, üst üste getirilmesi olmaktan çok uzakta, has bir iletişim, geçişim içinde.

Zamana yayılmalarını izlemek ne zevk! Ta başından hissedilen uyumları, işleyen kasların ısınması gibi çalıp söyledikçe derinleşiyor. Su yolunu bulmuş, akıp gidiyor.

İzlenimine sözcük arayan Jeff çıkışta “Neredeyse cinseldi” dedi. Evet, dedim, benim için de: Tensel.

Ve rüyanın (benzetme değil, sözcük anlamıyla) gerçekleşmesi gibi.

*

Müzik rüyalarım arasında beni derinden etkileyen (ve elbette uyanır uyanmaz kayda geçirdiğim) şu ikisi:

“Bakışımda bir deniz uzanıyor. Üzerinde de denizle çakışık bir orkestra çukuru imgesi, belli belirsiz. Biraz üzerinden baktığım bütün bir orkestra. Müzisyenler yok ama, sadece enstrümanlar..

Annem arkamdan sarılmış. Elleri, parmak uçları yukarı bakacak biçimde diyaframımın üzerinde. Sözlerden çok hisle ‘Başla!’ mesajı iletiyor. Benden istediği, orkestra için doğaçlama yapmam. 

Başlıyorum, başlıyoruz aynı anda. Elleriyle hissettirdiği gibi, nefes almak kadar kolay. Sesleri düşünüyoruz, oluyorlar. Annemin titreşimlerini sırtımda duyuyorum, benden çok daha güçlü ve emin ilerliyor. Bense heyecanla ama dipten dibe de eğlenerek yaratıyorum. Bazen saz grupları birbirlerinin yerini kapıyor, piyano daha bol zaman/alan isterken yaylıları biraz aceleyle sokuyorum müziğe. Böyle geçişlerde kulağa acemi işi gibi gelse de annemin sağladığı müzikal ve duygusal fonla genelde bayağı etraflı, ustalıklı bir senfoni (piyanonun ağırlığına bakılırsa belki konçerto) andan ana beliriyor.

Çok hoş!”

Diğeri de:

“..Yeni onarılan kiliseye gidiyoruz. Ortalık tozlu ama gerçekten yepyeni. Simsiyah. Gözüm orgda (org diyorum ama aslında piyano); herkes çalabilir. Çabuk davranırsam ben de. (…) Başındayım. Notaları bulmaya çalışmakla uğraşmayacağım. Hayır. ‘Doku’ çalacağım. Biçim kaygısı olmadan hissi öyle bir dökeceğim ki onu taşıyanın hangi notalar olduğu fark etmeyecek.

Etmiyor da. Parmaklarımdan coşkun bir tartışma dökülüyor. Sürtüşme. Ama öyle bir akış içinde ki, bu ve yoğunluğu, zenginliği armoninin yerine geçiyor. Sırtımı döndüklerimin, salonun dikkatini de çektiğimi hissediyorum. Uğultu sürse de belirli bir kulak veriş.

Bitirmek üzereyken (tadında bırakmakta yarar var), parmaklarımın bir kısmından kadın sesleri dökülüyor. Gospel, ağıt karışımı ezgili bir mırıltı (içten içe bunu ılık domates püresine benzetiyorum). Çalanın gerçekten ben olduğuma inanmayacaklar, oysa benim. Hepsi. Ellerimi klavyeden kaldırıyorum.”


*



Jeff demin geldi. Ne yazdığımdan söz ettim. Gözleri parlayarak “Ben de!” dedi. İstanbul izlenimlerini tek başına gazetecilik dilinden aktarabilmenin yolunu bulamadığını ama dünkü performans sayesinde taşların şimdi yerli yerine oturduğunu, önünde kapılar açıldığını anlattı.

Klavyelerimizin başına geçtik.

1 yorum:

  1. Bu da inanılmaz güzel, duygu, yürek dolu. Bi de "yaşadığından yakıt çıkartmak" çok hoşuma gitti ara sıra kullanmak isterim izninle..

    YanıtlaSil