Üçüncü gün.
Başta karmakarışık, genel bir gürültü olarak algılayıp tepki verdiğim bütün bu ahenksizlik bandosu, kaldıkça tortusu dibe çöken bir bardak kirli su gibi açılmaya başladı. Enstrümanları teker teker seçer oldum; ayırt eder ve tercihlerimi oluşturur. Mesela mala sesleri hoşuma gidiyor. Bir masal varlığının yapışkan bir şeyi iştahla yalayan ıslanmış, pütürlü dilini andırıyor.
İçinden çıkamadığım yerel lehçeyle kaptırıp gittikleri sohbetler, fokur fokur kaynatılan tencere dolusu yumurta gibi çarpışa çarpışa tıngırdıyor.
İskele tahtalarını çakarken bilinçsizce oluşturdukları ahenk, sesin tek başına nahoşluğunun önüne geçiyor –güzel birinin çirkin sesi ya da tersi gibi.
Çimentonun kürelenmesinde yatıştırıcı bir şey var. Dil dil uzatılan hışırtının düzenli tekrarı, nasırlı, iri bir elin kafamı okşamasına benziyor.
Metal metrenin çekilip açılma, iki nokta arası gerilip geri sarılma sesini de seviyorum. Mala ve kürek sesleriyle birlikte, gönüllü dinlenebilir bir orkestradaki yaylıların bu taraftaki karşılıkları onlar.
İşçilerin bazılarının sesi (tümden yok olmayacaklarını artık kabul ettikten sonra), sindiremediklerim (matkap, balyoz, gürültülü balgam çıkarmalar) arasından teselli gibi sıyrılıyor. Dünyama dalan çapulcu güruhunda göz göze gelip de diğerleri kadar fena olmadığını hissettiğim birilerini bulmuşum sanki.
Hasılı, kulak tırmalayan bir ses karmaşası, kulağın madem kaçamıyorum bir dinleyeyim bakalım deyişiyle parçalarına ayrılıyor. Bu parçaların birbiriyle ilişkisi belirginleşiyor. Ve (çöpleri umutsuzca karıştırıp yiyecek bir şeyler bulup çıkarmaya benzese de) dişe gelir, ilginç keşifler olabiliyor.
Eve döndüğümde bu inşaat tecrübesini Schönberg ve Berg’in müziğinde deneyeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder