24 Mayıs 2012 Perşembe

TADİLAT

Sürdürülen her şey kendi momentumunu kazanıyor. İş, taşı yamacın eşiğine getirip tekmeyi basmada. Gerisi kendiliğinden ve çoğalarak geliyor.

Sıkıntı ise oraya kadar uzanan düzlükte. Oyalanmalar, erteleme, yan çizme hep burada. Ağırlık taşın kendisinden ziyade uzayıp giden gölgesinde, fikrinde.

Ama beyne bir kez giren düşünce, gereği yerine getirilip dosyası kapatılana kadar tahta kurdu gibi işliyor. Dipten dibe meşgul ediyor, enerji çekiyor, durduğu yeri oyuyor.

Fikir ile eylem arasındaki zaman ertelemelerle, kaçınmayla uzatıldıkça bu enerji kaçağı artıyor. Fikir gözde büyüdükçe büyüyor, gölgesi uzuyor, koyulaşıyor.

İvedi olmayan gerekler, bu tür zihinsel küflenmenin en uygun ortamı.

Ev tadilatı gibi.

Evinin elden geçirilmesini kendisi girişecekken atılmak zorunda kalıp babamın sırtından aldım. Yıllardır ertelenen şeylerle bıçak kemiğe dayanmış, taş yamacın kıyısına gelmişti. Tekmeyi bastım.

Ertelemenin boşa çektiği dünya kadar enerjinin devede kulak bir miktarıyla iş yürüdü. Yürüdükçe keyiflendim. Keyiflendikçe de şevke gelip daha-dahasına bakındım.

Erteleme mevcut gücü tüketirken eylem kendi gücünü üretiyor.

İş bitiverdi.

*

Sürdürülen her şey kendi momentumunu kazanmakla kalmıyor, yanı yöresine sıçrayıp oraları da harekete geçiriyor. (Ya da söz konusu eylemsizlikse, “tutuyor.” Her durumda momentum bulaşıcı.)

Çürümüş, altı küflenmiş muşambalar sökülür, doğramaların gedikleri kapatılır, oluklar elden geçirilip gün yüzü görmemiş kıyı bucağa tazecik boya sürülürken ruhumun tadilatını da önüme çektim. Örümcek ağları isli köşelerini, kırıkları un ufak dökülmekte olan fayanslarını, tıkalı giderler, atılmayı unutmuş boş kavanozlar, kutuları, darmadağın dolap içleri, iğreti raf, kancalarını.

Birinin ötekinden pek bir farkı yoktu. Doğal yasalar her ikisi için de geçerli.

Hatırladım.

22 Mayıs 2012 Salı

MOBİUS ŞERİDİ

Uyandığımda BU sabah kim olduğumu şöyle bir yokladım.

Dünkü ışıl ışıl keyif yerini bulanık bir kapalılığa bırakmış. Enerjinin, onunla birlikte zamanın “Buyur, tepe tepe kullan!” diyerek önümde uzanıp gittiği hissi, geride bir kimsesizlik, hiçlik duygusu bırakarak çoraklaşmış, kurumuş.

Bir şey diyecek olsa yaklaşmayın, dokunmayın, hiçbir şey istemeyin! daha iyisi, beni deve gibi çöktüğüm şu ana bırakın, öleyim diyecek bir duygu.

Ağız tadı, bereket algısı ve açıklık kadar bu kapanıp kararma da sayısız etkinin "aynı" beden çanağında oluşturduğu öngörülmez, tarife de gelmez bir kokteyl.

Neyse ne! deyip asık suratlı bedenimi terliklere geçirdim, önümde beton bir duvar gibi yükselen güne ayak sürüdüm.

Hayret! Donukluk kıpır kıpırlıkla iç içe olabiliyor. Yönsüzlük, amaçsızlık ile sönen irade, dikkati oradan oraya zıplatıyor. Ele alınan hiçbir şeyin sonu gelmiyor. Bir süre sonra insan alabildiğine gücenik, çöküp kaldığı yerde felç olana dek düğümü çözülmüş uçan balon gibi kendini oradan oraya atıyor.

Dışından bakamadığım, sahici bir iç huzurla seyircisi olamadığım bir kıvam. Macunsu yoğunluğuna sinek gibi düşüp kıvranıyorum. Özdeşleşiyor, hayata bunun ardından bakıyor, haliyle zerrece haz etmiyorum.

Şeridin görünürde içe döndüğü, gerçekte asıl içten uzaklaştığı dışa kapanma anları bunlar. İçindeyken insana zamanın akışını unutturan, temelli gibi gelen nahoş bir patinaj.

Neyse ki unutulsa da elbette devam eden akış, bu sevimsiz kokteyli tezgahtan kaldıran barmen çevikliğiyle “müşterinin” ertesi sabah bulacağı öngörülmez, tarife de gelmez yeni bir kokteyl karıyor.

*

Günden güne geçiş, parmağın Mobius şeridi boyunca kesintisizce gezdirilmesi gibi. Bir içte bir dışta, bir siyah bir beyaz. Zıt, ayrı görünen, aslında tek bir sürekliliğin geçicilikleri.

*

İnsan bunu, dizili anlar yerine dizildikleri şeritle özdeşleşmeyi sinek gibi debelendiği anlarda hatırlasa ya.

20 Mayıs 2012 Pazar

CERMODERN VE ESCHER


Ankara garının cer atölyesini sanat galerisine dönüştürmüşler. Gözü kah dev pencerelerinden eski Ankara (Kale, Gençlik Parkı) görüntüleri kah fütüristik tavan örtüsüyle soğutarak sergilerin (hele de Escher!) içine düşmek çok zevkli.

Escher’in izleyiciden ne istediğini çerçevelerin altından girip üstünden çıkarak resimlerini fotograflamaya çalışırken fark ettim.

İzleyici onun yeteneğiyle donanmamış bakışını göz hizasıyla sınırlamadığında, açısı ve doğrultusunu değiştirdiğinde boyut/bağlam değişiyor. Escher’in resimlerine açtığı kapılar izleyiciye de açılmış oluyor.

Baş döndürücü!

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/CermodernVeEscher?authkey=Gv1sRgCJ2WkI6N6O_KiwE#

10 Mayıs 2012 Perşembe

SAĞIR DİLSİZ

Sağır bir insan seni dilsiz yapıyor.
En azından başlangıçta. Bildiğin yolun kullanılmaz oluşuyla kalakaldığında..

Alışkanlığın sarsılması yeni bir alışkanlık haline gelirken kafan başka bir yol açmaya işliyor. Yatağına kaya yuvarlanmış derenin yenisini açması gibi.

Konuşamıyorsan yaz.

Tabii! Ama akla gelenin söyleniverdiği normal bir iletişimden daha zahmetli olan bu yol, seni ekonomik olmaya itiyor.

İletişim kesintili ve seçici oluyor. Zamana serilişi doğallığını, anlıksallığını, bunlarla beraber de daha yakın, dolaysız temas duygusunu kaybediyor.

Ama kazandırdıkları da var. Yazana kadar dilini ağzında birkaç kere çeviriyorsun. Gücünü spontanlığından, daraltılmış zamandan alan tepkiselliğin, fünyesinden kopuyor. Sönüyor. Uzayan zamanda onun yerini düşünce alıyor.

Laflarını hazır elerken bunlara bir de inceliği, nezaketi eklemeyi akıl eder oluyorsun. Otomatik konuşmada kendine yer bulamayan bir düşünceliliği. Sesinin tatlılığıyla iletilecek sevgiyi, şefkati yazdıklarına nasıl geçirebileceğini keşfetmeye başlıyorsun. Söylediklerinden farklılaştıkça da yazdıkların ikame olmaktan çıkıp yeni bir dile doğru evriliyor.

Artık dilsiz olmadığın yeni bir kavrayış ve cevaba.

*

Al şimdi bunu, sağırlığın fiziksel olmayan hallerine taşı.

Prensip aynı değil mi?

Sağırlığı ortadan kaldıramayabilirsin. Ama senin dilin çözülür.

8 Mayıs 2012 Salı

HAYALİ KARŞILAŞMALAR

Sayıları üçle beş arası değişen bir gruplar. Birbirlerine dört metreden fazla yaklaştıkları anda, mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi konuşmaya, bunu da bağıra çağıra yapmaya başlıyorlar. (İnsanlar arasında fiziksel yakınlık, yaklaştırılan limonun ağzı sulandırması kadar doğrudan bir refleksle gevezeliğe, lafların dökülüp saçılmasına yol açıyor ve bu sadece inşaat işçilerine özgü de değil.) Gürültülü bir işin alışkanlığıyla seslerini genellikle yüksek perdeden çıkarıyorlar. Ortalık nispeten sessizleştiğinde diğerlerinin sesi alçalıyor. Tümüne ve daha fazlasına bedel biri hariç!

Grubun alfa erkeği o. Çuval kumaşı gibi kaba, ham, hışırtılı bir haykırışı var. Her şeyi. Ve telaşlı biri olduğundan her zaman.

Çok geçmeden, inşaatı ıstırabım haline getirenin o olduğunu fark ettim. Haykırıp duruşu kulağımı zorlarken telaşı soluğumu daraltıyor. İşlenmemişliğindeki hayvanilik de düş gücümü tahrik ediyordu.

Gruptan yavaş yavaş sıyrılmaya başladı. Önce sesi, ardından sahibini seçtim. Krem rengi, yumurta kabuğu biçimli güneş şapkalı bir tanrı kulu. Şapkasıyla birden sempati duydum. Çocuksu, kadınsı, çizgi film figürsü bir tip.

Ama kaba çuval sesi, uyandırdığı ikircikli duygularla sempatimi bastırıyordu.

Peki, bir canlandır şimdi. Buradan gideceksin. Biraz ilerliyorsun, lastiğin patlıyor. Etrafta sadece onlar var. Yardımına koşuyorlar. Lastiği yumurta-kabuk şapkalı tek başına değiştiriyor.

Ya da.. Buyrun, yorulmuşunuzdur, bunları fırından yeni aldım diye akşamüzeri, iş bırakmaya yakın bir tepsi poğaça götürüyorsun. Ayakları veranda korkuluğundan inmeyen “bayandan” gelen böyle bir beklenmediklikle afallıyorlar, ardından yüzleri aydınlanıveriyor. Ayaküstü başlayan sohbet, ilişilecek yer açılan henüz çakılmamış iskele kalasları üzerinde devam ediyor. Çocuklarından, karılarından, geldikleri köylerden hikaye parçaları dinliyorsun. Ayakta tutmaya, sürdürmeye, destek olmaya çalıştıkları hayatlardan. Zorlukları, umutları, sevinçlerinden..

Ayaklarını uzattığın yerden indirdiğin an, küçük bir temasla insan-lıklarını hatırladığın, kendinde bildiğin an, şimdiye kadar kendinle sınırlı kalmış tepkinin nasıl değişebileceğini hayal et.

Ve sonunda ettim.

Hayali bile (neden bile? Hayal etmek var etmektir) değiştirdi.

Yapıcı bir işin yıkıcı seslerini.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

ATONAL BİR MÜZİK YA DA TONAL BİR GÜRÜLTÜ

Üçüncü gün.

Başta karmakarışık, genel bir gürültü olarak algılayıp tepki verdiğim bütün bu ahenksizlik bandosu, kaldıkça tortusu dibe çöken bir bardak kirli su gibi açılmaya başladı. Enstrümanları teker teker seçer oldum; ayırt eder ve tercihlerimi oluşturur. Mesela mala sesleri hoşuma gidiyor. Bir masal varlığının yapışkan bir şeyi iştahla yalayan ıslanmış, pütürlü dilini andırıyor.

İçinden çıkamadığım yerel lehçeyle kaptırıp gittikleri sohbetler, fokur fokur kaynatılan tencere dolusu yumurta gibi çarpışa çarpışa tıngırdıyor.

İskele tahtalarını çakarken bilinçsizce oluşturdukları ahenk, sesin tek başına nahoşluğunun önüne geçiyor –güzel birinin çirkin sesi ya da tersi gibi.

Çimentonun kürelenmesinde yatıştırıcı bir şey var. Dil dil uzatılan hışırtının düzenli tekrarı, nasırlı, iri bir elin kafamı okşamasına benziyor.

Metal metrenin çekilip açılma, iki nokta arası gerilip geri sarılma sesini de seviyorum. Mala ve kürek sesleriyle birlikte, gönüllü dinlenebilir bir orkestradaki yaylıların bu taraftaki karşılıkları onlar.

İşçilerin bazılarının sesi (tümden yok olmayacaklarını artık kabul ettikten sonra), sindiremediklerim (matkap, balyoz, gürültülü balgam çıkarmalar) arasından teselli gibi sıyrılıyor. Dünyama dalan çapulcu güruhunda göz göze gelip de diğerleri kadar fena olmadığını hissettiğim birilerini bulmuşum sanki.

Hasılı, kulak tırmalayan bir ses karmaşası, kulağın madem kaçamıyorum bir dinleyeyim bakalım deyişiyle parçalarına ayrılıyor. Bu parçaların birbiriyle ilişkisi belirginleşiyor. Ve (çöpleri umutsuzca karıştırıp yiyecek bir şeyler bulup çıkarmaya benzese de) dişe gelir, ilginç keşifler olabiliyor.

Eve döndüğümde bu inşaat tecrübesini Schönberg ve Berg’in müziğinde deneyeceğim.

6 Mayıs 2012 Pazar

HAZIRLIK

Gün güneşle başladı. Doğalı iki saat olmamış, kalktım. Sarı-turuncu taptaze ışığına, kirlenmemiş sessizliğe daldım. Yağmurları içe kuruya yumuşamış toprağa basa basa Flamingo tepesine çıktım. Kamışlar, yabani arpalar, maki ve kalan gelincikler arasından dolanıp uçurumun kenarında dikildim. Koyağın yamaçlardan yansıyan ağaçlarla yeşeren sığlığını seyrettim.

Dönüşte beni bekleyen patırtıya, dikkatimi eski bir pazen gibi cayır cayır yırtacak, parçalayacak haykırışlara, inşaat gürültülerine hazırlanmaya başladım.

Sesleri kazındıkları belleğimden teker teker çıkardım, birbirlerine ekleyerek canlandırdım. Piknik sandalyesine oturup ayaklarını verandanın korkuluğuna uzatan kendimi sahneye ekledim. Dikkatim bölündükçe tırmanan kızgınlıkla başımı kitaptan kaldırıp jiletleşen bakışlarımı inşaata çevirişimi hayal ettim. Kah dünya etrafımda dönsün isteyip kendimi kah bencil kah mağdur kah yekten çaresiz hissederek reçel gibi köpürüşümü..

Hafızayı emrine koştuğum hayal gücünü ince ince işleyerek beni bekleyene karşı duyarsızlaşmaya baktım.



Öğleye doğru, ayaklarımı uzattığım yerden inanamayan kulaklarımı ara ara kaldırıyordum. Ama gerçekten! Gelmediler.

*

Rakıyı da devirip keyifle yattığım siestadan kalktım.

Gelmişlerdi!

Beklediğinin ya hiç ya da öngördüğün vakitte olmayışıyla hayatın hazırlıkları böyle hiçleştirmesine ben yine de bayılıyorum. Sağ gösterip sol vuruşuna.

Bükemediğim bilek karşısında ağzım yine kulaklarıma vardı.

İnsana kurgusuna göre kendini ya onu çok aşan büyük bir zeka ya da zekadan hepten yoksun kör bir rasgelelik karşısında hissettiriyor.

Tekrar tekrar hatırlattığı şey de öngörebileceğin tek şeyin öngörülmezlik olduğu.



5 Mayıs 2012 Cumartesi

İNŞAAT BİLMECESİ

Güneydeki yerin cennetsi sakin zamanı. Hava ve canlanan bitkilerle renkler ısınmaya başlamış. Henüz ürkek bir yeniden diriliş. Sesler de ona göre ve insansız..

.. 50 metre ötedeki inşaat hariç!

Kabası bitmiş. Kürelenen çimento ve mala, arada çekiç seslerini bir süre sonra horozlar, koyunlar ve çanları, dalgalar, arap bülbülleri, çıkıveren rüzgarınkine katabildim. Kulağımda sesler kilimine aykırı bir uyum sağladılar. Akşamüzerleri, güneş alçaldığında işçilerden birinin bağrından yükselen, ışık kadar yanık türküler de öyle.

Ama haykırarak konuşmaları!

Yıkıp perdemi eğliyor viran. Düşüncelere, kitabıma, doğaya, hiçliğe daldığım yerde üzerime balyoz gibi iniyor. Akışımı kesiyor. Akışın parçası olmuş, ayrı bir şey olarak algılamadığım kendimin farkındalığını en kötü halinde geri getiriyor: Tüyleri diken diken, kızmış, akışı sürdürmeye nafile çalışırken savunma ve saldırganlık arasında bölünmüş. Bebek yanağına üç günlük kaba sakal sürtülür gibi.

Küçük açmazım da burada başlıyor.

Ayaklarımı uzattığım yerden onlara daha sessiz olmalarını rica etmek-bağırmak-haykırmak, bilmezden gelinemeyecek bir rahatsızlık kaynağı olmalarına rağmen olur şey görünmüyor. Onların kaba, ham, gerekli ve gürültülü gerçekliğinde itirazımın hiçbir geçerliği yok. Kitap okumuyor, gündüz düşleri görmüyorlar; inşaat yapıyorlar, sahici bir iş!

Bu iki gerçeklikten benimki sıcak-uzun bir duşun ardından banyodaki buhar gibi. Soyut, uçucu, elle tutulmaz. Oradan yükselecek bir ses, bir itiraz, tuğla duvarlar ve onlara erkekçe (şarkılı türkülü, bol küfürlü, avaz avaz) çimento küreyen, mala çalan güç-irade kadar tartışmasızca somut bir aleme (“gerçek dünyaya”) saçmalaşmadan nasıl ulaşır da bir anlam ifade edebilir?

Sonuçta benim gibilerin, herhalde en fazla “osuruktan tayyare” diyecekleri işlevsiz havailiklere dalabildiği dünyayı elleri, kaba kuvvetleri, bu kuvvetin gümbürtüleriyle kuran ONLAR değil mi?

Böylece gerçek ama geçersiz bir ıstırapla geri çekiliyor, susuyorum.

*

Bilmece orada kalmıyor ama.

Bir gerçekliği ötekine iletememek bu işin sonu olmamalı.

Dünyamın onlarınki yanında geçerli/anlamlı olmaması, tümden öyle olması demek değil. (Oysa bu kolay düşülür bir tuzak; çoğunluğa, öne çıkana, baskın olana aykırı, ilintisiz kalan iç/dış bir gerçekliği hepten yok bilme, yok etme eğilimi.) Sesini duyuramayacak, iradesini baskın kılamayacak olsam da sadece rahatsızlığıyla bile onun da orada olduğunu bağıran bir hakikat var. Benimki. Onu geçerlik hiyerarşisinde anlamlı bir yere oturtamamamı (işte burada güçlü filozof kaslarım olsun isterdim) var olduğu olgusundan ayrı tutmalıyım. “Gereğini” bir şekilde yerine getirip olabildiğince barış içinde yaşayabileceği, serpilebileceği alanı açmalı.

Bunun da ilk adımı, gerçeklikler çatışmasını bir irade sorunu olmaktan çıkarmak olmalı.

Sorunu ya kendininkini kabul ettir-ya ezil olarak görmemek. (Başka bir kolay tuzak.)

Gerçekliğimin baskın gerçeklikle karşı karşıya getirildiğinde soluk-cılız durması, onun kendi içimdeki canlılığına, gücüne halel getirmemeli.

Ne de aykırılığı utanç-suçluluk kaynağı olmaya bırakılmalı.

Böyle bir bilinçle fiziksel ve ruhsal olarak “uzaklaşmak” artık kaçmak-saklanmak olmaz.

Gerçekliğimin nispi geçerliğini BENİM İÇİN mutlak olan geçerliğinden ayırmayı bilirim. Bilmecenin başlangıcındakinden bambaşka bir düzlemde eşitliği (var olma “haklarındaki” eşitliği) sağlamış olurum.

“Hangisi ‘daha’ gerçek-geçerli?” sorusunu aşar, kendi yoluma giderim.

*

Durup odaklanmak, sapı samandan ayırmaya başlamak sıkıntımı büyük ölçüde azalttı. İşçilerin (bu arada mucizevi bir şekilde kısılan!) seslerine gülümsemeye başladım.

Anlamaya çalışmak, aktif bir şekilde odaklanmak, hissedişimin dizginlerini ellerime verdi. Başlangıçtaki kızgınlığımın altında bir de çaresizlik ve iyiliğimin onların insafına kaldığı hissi olduğunu da böylece fark ettim.

Havanda su dövme, kontrol edebildiğine odaklan diyen Stoacılara selam olsun.