Bir aydır baba evindeyim.
Babamla yaşamak kolay. Yalnızlığıyla fevkalade barışık insanlarla olduğu gibi, sırtımda boşluğunu doldurmak gibi ağır, sıkıcı bir gerek yok. Bu da sohbetleri karanlıkta korku gidermek için çalınan ıslık olmaktan, boş laflıktan çıkarıyor. Konuştuğumuzda çocukluğunun, ilk gençliğinin ilgiyle dinlediğim hikayelerinden, tarihten, edebiyattan, bolca da insanlık halinden konuşuyoruz.
Konuşmadığımızda kendi köşelerimizde kendi uğraşlarımızla meşgul.
Her daim ayak uyduramadığım tek şey, düzen tutkusu.
Hiçbir şeyi ertelemeyişi, üşengeçliğime takıldığında sabrımı zorluyor.
Yapılacak ne varsa anında yapmak. Ev işleri, başka şeyler.
Bu hali, hayatı hiç savsaklamadan, üşenmeden yaşaması anıma göre hayranlık uyandırıyor ya da sinirime dokunuyor. İkincisi olduğunda onu düzenin kölesi olarak görüyorum. (Oysa tersi olmalı, değil mi? Düzen bana hizmet etmeli.) Ne olur ki çamaşırlar ütülenmek için eşref saatimi beklese, bulaşıklar son lokma kursağımdan aşağı indikten sonra yıkansa, kitaplığın o kısmı da yarın-öbür gün yeniden düzenlense? Nedir sırtımda kamçısını şaklatan bu aculluk?
Ama birden, kendi çerçevemden baktığımı, onunkinin bambaşka olduğunu, böylece aslında hiçbir şey anlamadığımı fark ettim.
91 yaşındaki babam, önündeki her ne ise, bu işi yapmayı isteyip istemediğini kendine sormuyor. Yapılacak şey ile araya soktuğu bir “kendi” mevhumu yok.
Bana onun “düzenini” “saplantı,” “esaret” gibi gösterense tam böyle bir kendilik kavramı. Bu da çokça suyuna gidilmesi gereken, alabildiğine şımartılan, ne istediği çoğunlukla kendine bile meçhul, kıymeti kendinden menkul, kolaycı, tembel bir kendim fikri.
Genellikle bütün istediği belirsiz bir zamana erteleme olan bir kendim bu. Güdü fukarası. Ufak büyük demeden gerekleri yerine getiren şöyle harlı bir yaşam iştahından yoksun. Andan kaçan. Ya da tabağındakileri ayıklar gibi hazzı kaşıklarken “işi” kenara ayıran. Fikri sorulduğunda istemekten çok istemeyen.
Hareketlilik açısından, neredeyse iki katım yaşlı babamın yarısı ediyorsam, güdü ile uygulanması arasına soktuğum bu kendilik yüzünden olmasın?
Eski toprak dediklerimizin akıl almaz (en azından bizim akıllar için) yükler kaldırmasının, bedensel-ruhsal dayanıklılığının altında biraz da bu yatıyor olamaz mı?
Onlar insanın kendini bu kadar dinlediği, önemsediği bir “ben kültünden” gelmiyor. Gerek ve eylem arasına geciktirici, durdurucu, sürtüşme yaratıcı, asbest tabaka misali bir BEEN fikri dikilmiyor.
Yapılacak bir iş mi var, kalkıp yapıyorlar.
Bu çağın şişkin şımarık, muhallebi çocukları da oturdukları yerden bin dereden su getirerek onların bu “düzen tutkusunu” kendi süs püsleriyle analiz edip eleştiriyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder