İki arkadaşımın yeni atölyelerinden söz ettiğimde kardeşim, “E, seninki de balkonun” dedi.
Çok hoşuma gitti, çünkü öyle.
Boy boy birkaç meyve ağacı, bir kenarda palmiyeler, diğerinde başını alıp gitmiş devasa manolya ile dolup taşan ufakça bir üçgen alanın üzerine asılmış o küçücük balkonda verdiğim molalarda aklıma neler neler düşüyor.
Karşılıklar, tıkanıp kaldığım düğümlere çözümler, şu olay bu olguya yeni bir ışık.
Gözlerim, kulaklarımın da açılıverdiği oluyor. Algılarımın.
Düşünce, duygu, algı.. Kim bilir kaç kez, çıkarken boş olan çıkınım doluvermiş, yüzümde turuncu, geniş bir gülümsemeyle girmişimdir evden içeri.
Kış, yaz, sıcak, soğuk, lodos ya da poyraz. Hava sertleşip yumuşar, renkler yelpazenin bir ucuyla diğeri arasında gider gelir, zaman fıldır fıldır dönerken çömlekçinin çarkındaki yaş topak gibi belki de en çok burada biçimleniyorum.
Benim de bir atölyem varmış, evet.
Bir şeyler yontmaktan ziyade, meydan bir kez ona bırakıldığında umulmadık açılar, ışıklar, yollar, renkler sunan derinliklerdeki o hal ile yontulduğum.
28 Ocak 2012 Cumartesi
23 Ocak 2012 Pazartesi
OLUK OLUK MÜZİK
Mühendislerle müzisyenler Dresden’de bir binanın oluklarını yağmurdan müzik çıkaracak şekle getirmişler.
Olukların kıvrıla büküle, zigzaglar çizip hunilere genişleye dolandığı cephe bir de dalga dalga su renklerine boyanınca daha yağmura da, işitmeye de kalmadan görüntüsü içimde neşeli bir sokak bandosunun şenliğini uyandırdı. Sevinçten, ellerimi çırpmadan çırptım!
Bu evde yaşamak nasıl olurdu? Yağmurda kulağını duvara dayayarak da müziğini pekiştirmek? Ya da karşısında? Bir yandan o, kalıpları sıyırıp atmış soytarı suratını da seyrederek?
Ne hoş, yaratıcı bir katkı!
Ama biraz daha geçince “acaba?” dedim.
Küçük balkonumda, algılarımın, dikkatimin açık olduğu zamanlar kulak verdiğim yağmurları düşündüm. Kimi zaman ipleşen, halatlaşan damlaların muşamba direncinde iri yapraklara (manolya, palmiye), nazenin diğerlerine düşüşleri, yan binanın çatlak oluğundan gürültüyle boşalışları, plastik bir pergolede sekişleri.. Yağış şiddeti, rüzgar, farklı yüzeyler vb. sayısız değişkenin her defasında başka bir şey çıkarmasındaki o (işitebilir halde olduğumda) güzelliği.
İlkten kaos gibi gelen bir ses yumağından, sivrilmiş kendi kulağınla her defasında kendi müziğini çıkarmak daha hoş değil mi?
“Yapılandırılmış” bir yağmur, kulakların bu özgürlüğünü daraltır mı?
*
Soru açık kalırken düşünmeye devam ediyorum.
Anlatım yeni bir anlayışın yolunu açıyor. İfade. Evet. Bu kadar çok şeyi fark eder oluşumuzda belirsizlikten belirginlik yontan sanat onun için bunca yer tutuyor. Yıldızları takımyıldızlar haline kümelendiren, o.
Ama algıyı ifade edilebilenle sınırlamak, ham etkiye, izlenime kapıyı kapamak demek.. Hiçbir zaman hissedildiği zenginlikte, derinlikte ortaya konamayacak olan o iç akımlara ancak ifade edilebildikleri ölçüde açık olmak..
İfadenin, bangır bangır bağırtıldığı bir zaman. İçerik (olduğunda öyle bir şey!) iletimin fersahlarca gerisine düşmüş. “Ben ses çıkarayım, var olduğumu duyurayım da önce, sonra vakit olursa bir anlam da iliştiririm belki” çağı.
Her yeni anlatım yeni bir algılamayı öğretiyor ama hemen ardından, yağmurun benzer sesler çıkaracağı bir ifade kalıbına da dönüşmüyor mu?
20 Ocak 2012 Cuma
BANA DİKKATİNİ VER
Bölünmeden.
Yekpare bir ayna olsun o dikkat.
Her bir parçasında başka görüntü, yere çalınıp da binbir parçaya bölünmüş hali değil aynanın yoksa.
Boş ol, bomboş ki alan açılsın.
Bildiklerini, bildiğini sandıklarını, aklından durmadan gelip gelip geçenleri, aklının orta yerinden içeri dalmasına izin verdiklerini çek kenara.
Artık tek bir şeyle yetinemez olan avunma, uyuşma, uyarılma bağımlılığından sıyrıl.
Sel suları gibi kapılıp gittiğin uyaran bombardımanının düğmesini çıt de, kapa.
Dört bir yandan bangır bangır çığırarak elindeki bütünü binbir incik boncukla takas etmeye aklını çelen çağın seslerine arkanı dön –Kızılderilinin toprağını bir şişe ateş suyu, bir sepet değersiz takı ile trampa eden ses o.
Rengarenkliği derinliğe yeğlemeye hiç değilse ara ver, çoğu teke yeğleme bir seferliğine.
Ki duyasın, göresin, hissedip sezesin beni. Hatırlayasın tek parça bir ayna olmadaki asıl zenginliği.
Ben mi?
Bir insanım. Hayvan. Düşünce. Algı. Daldaki son yaprak. Sudaki yansıma. Duygu. Görülmüş veya görülememiş bir dava. Harlanmayı bekleyen tutku.
Nesneyken özne adayı.
Sen mi?
Biraz da benim.
Yekpare bir ayna olsun o dikkat.
Her bir parçasında başka görüntü, yere çalınıp da binbir parçaya bölünmüş hali değil aynanın yoksa.
Boş ol, bomboş ki alan açılsın.
Bildiklerini, bildiğini sandıklarını, aklından durmadan gelip gelip geçenleri, aklının orta yerinden içeri dalmasına izin verdiklerini çek kenara.
Artık tek bir şeyle yetinemez olan avunma, uyuşma, uyarılma bağımlılığından sıyrıl.
Sel suları gibi kapılıp gittiğin uyaran bombardımanının düğmesini çıt de, kapa.
Dört bir yandan bangır bangır çığırarak elindeki bütünü binbir incik boncukla takas etmeye aklını çelen çağın seslerine arkanı dön –Kızılderilinin toprağını bir şişe ateş suyu, bir sepet değersiz takı ile trampa eden ses o.
Rengarenkliği derinliğe yeğlemeye hiç değilse ara ver, çoğu teke yeğleme bir seferliğine.
Ki duyasın, göresin, hissedip sezesin beni. Hatırlayasın tek parça bir ayna olmadaki asıl zenginliği.
Ben mi?
Bir insanım. Hayvan. Düşünce. Algı. Daldaki son yaprak. Sudaki yansıma. Duygu. Görülmüş veya görülememiş bir dava. Harlanmayı bekleyen tutku.
Nesneyken özne adayı.
Sen mi?
Biraz da benim.
17 Ocak 2012 Salı
11 Ocak 2012 Çarşamba
ALACAK
Üst üste karşılaştığımda aynalaşarak bana kendimdeki karşılığını da gösteren bir tutum.
Karşılanmamış insani gereksinimlerin –ilgi, sevgi, şefkat, korunma- damakta bıraktığı, kaldıkça buruktan acımtırağa, oradan da tabii öfkeye dönen tat.
Tek yönlü bir hassaslaşmaya kapılıp gitmek.
Hayattan alamadığı ne varsa başkalarına borç yazmak.
Borcunu unutup alacağının peşine düşmek.
Ver bana!
Ya ben mi? Sana mı?
Kimsin ki sen?
Defterimde adın sadece borçlu hanesinde geçiyor. Şiştikçe şişmiş KENDİ içimden sana yer kalmamış. Senin de insani gereksinimlerin, benimkiler gibi beklentilerin olduğunu, tıpkı benim gibi incinip elin böğründe kalabileceğini.. geçtim bunlardan, hepsinden önce benim kadar varlık hakkı olan AYRI bir tanrı kulu, yani kendimden bağımsız algılanmaya değer olduğunu gördüğüm yok.
Varsa yoksa ben. O bile değil, tahsil edilmemiş hayat alacağım.
İçe dönük yüzümü depremölçer kadar hassaslaştırırken dışa bakanı kereste duyarsızlığına getiren bir tuhaf muhasebe.
*
Kaldır at o defteri.
Bununla kuruş alamazsın. Hadi ordan der, arkalarını dönerler bir süre sonra.
Borçlu hanesine tek bir isim yaz; kendininkini.
Alacağını sal gitsin, vereceğine bak. Çevirebileceğin tek musluk bu olduğundan değil sırf. Bu senin bağımsızlık ilanın olacağından. Kendinden beklemen gerekenleri başkasından beklemek bağımlılığın en iflah olmazı çünkü.
Bağımsızlık ilanı, bağsızlık ilanı değil. Öbür türlü, ilişkilerin olsa olsa iltihaplı cilde atılan dikiş kadar tutacakken diri durup beklentilerini tahsil edilmemiş alacaklar gibi algılamaz olduğunda bağlarına da kan yürüyecek, can gelecek, pekişecekler. İçin için küsüp uzaklaşırken uzaklaştırdıkların bakacak/hissedecekler ki kendine de onlara da güzelce bir alan açıyor, içini farklarında olmakla dolduruyorsun, vereceklerini alacağın olarak değil, gönülden verecekler. Artık ne koparsa. Ama asıl kaynağın onların vereceği olmayacağı için elle gelen düğün bayram hoşluğuyla alacaksın.
Sen sağ o zaman, ben selamet.
Karşılanmamış insani gereksinimlerin –ilgi, sevgi, şefkat, korunma- damakta bıraktığı, kaldıkça buruktan acımtırağa, oradan da tabii öfkeye dönen tat.
Tek yönlü bir hassaslaşmaya kapılıp gitmek.
Hayattan alamadığı ne varsa başkalarına borç yazmak.
Borcunu unutup alacağının peşine düşmek.
Ver bana!
Ya ben mi? Sana mı?
Kimsin ki sen?
Defterimde adın sadece borçlu hanesinde geçiyor. Şiştikçe şişmiş KENDİ içimden sana yer kalmamış. Senin de insani gereksinimlerin, benimkiler gibi beklentilerin olduğunu, tıpkı benim gibi incinip elin böğründe kalabileceğini.. geçtim bunlardan, hepsinden önce benim kadar varlık hakkı olan AYRI bir tanrı kulu, yani kendimden bağımsız algılanmaya değer olduğunu gördüğüm yok.
Varsa yoksa ben. O bile değil, tahsil edilmemiş hayat alacağım.
İçe dönük yüzümü depremölçer kadar hassaslaştırırken dışa bakanı kereste duyarsızlığına getiren bir tuhaf muhasebe.
*
Kaldır at o defteri.
Bununla kuruş alamazsın. Hadi ordan der, arkalarını dönerler bir süre sonra.
Borçlu hanesine tek bir isim yaz; kendininkini.
Alacağını sal gitsin, vereceğine bak. Çevirebileceğin tek musluk bu olduğundan değil sırf. Bu senin bağımsızlık ilanın olacağından. Kendinden beklemen gerekenleri başkasından beklemek bağımlılığın en iflah olmazı çünkü.
Bağımsızlık ilanı, bağsızlık ilanı değil. Öbür türlü, ilişkilerin olsa olsa iltihaplı cilde atılan dikiş kadar tutacakken diri durup beklentilerini tahsil edilmemiş alacaklar gibi algılamaz olduğunda bağlarına da kan yürüyecek, can gelecek, pekişecekler. İçin için küsüp uzaklaşırken uzaklaştırdıkların bakacak/hissedecekler ki kendine de onlara da güzelce bir alan açıyor, içini farklarında olmakla dolduruyorsun, vereceklerini alacağın olarak değil, gönülden verecekler. Artık ne koparsa. Ama asıl kaynağın onların vereceği olmayacağı için elle gelen düğün bayram hoşluğuyla alacaksın.
Sen sağ o zaman, ben selamet.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)