“Şu anda kendini yeni bir kurguya oturtmaya çalışıyorsun belki de.”
“Sen öyle mi yaparsın? Kendini bir kurguya mı yerleştirirsin?”
“Bence çoğu kişi bir kurguda yaşıyor. Ben de istisnası değilim. Arabanın transmisyonu olarak düşün bunu. Seninle katı gerçeklikler arasında duran bir transmisyon. Ham gücü dışarıdan alır, sürtüşmesiz bir akış için vitesleri kullanırsın. Kırılgan bedenini öyle korursun. Bir anlam ifade ediyor mu bu sana?”
Sumire hafifçe başını salladı. “Yeni kurguya da henüz tümden uyum sağlamış değilim. Bu mu dediğin?”
“Şu anda en büyük sorun, ne tür bir kurgu içinde olduğunu kestirememen. Olay örgüsü yabancın, tarz henüz oturmamış. Tek bildiğin baş kişinin adı. Yine de bu yeni kurgu senin kimliğini yeniden harmanlamakta. Zaman tanırsan seni kanatları altına alacak, yeni bir dünyaya kapı aralayacaktır. Ama daha orada değilsin, bu da seni belirsizlik içinde bırakıyor.”
“Yani eski transmisyonu söktüm, yenisiniyse daha yerleştiremedim diyorsun. Motor ise çalışmaya devam ediyor, öyle mi?”
“Böyle de söyleyebilirsin.”
(Haruki Murakami, Sputnik Sweetheart)
29 Eylül 2010 Çarşamba
27 Eylül 2010 Pazartesi
PROJEKTÖR
“Aşk dediğin, yansıtmaya bilerek-bilmeyerek can attığın şeylere uygun bir perde buluvermek galiba. Bu bir de karşılıklı ise yangın körüklendiği gibi bacayı sarıyor. Mercekler değişiyor o zaman; balıkgözü, tele, makro.. Gündelik gerçeklikte pek kullanılmayan ne kadar çeşidi varsa gözünde onlar, kulakların dörtleşmiş, tenin alev alev..
Sürdüğü kadar. Ateş cılızlaşıp sistemin olağana dönmesi, serilmiş ekranın geri dürülmesi ardından sular çekilmiş de batıklar birer birer belirir gibi görünür olan defolar sonra. Büyütülme sırasının onlara gelişi.
Yeniden aşık oluşla bir sonraki perde, insanın belkemiğini zangırdatıp ışıklar saçarak açılırken düşünmeli;
Gözüne düz, ölgün (incitici, düşüncesiz, sığ..) görünen ‘eskisi,’ senden sonra karşılaşacağı insan için parlaklığı Jüpiter’inkinden geri kalmayan bir ‘yenilik’ olacak.
Seni senden alan yeni sevgiliyiyse bir de onun ‘eskisine’ sormalı.”
Taze bir aşığa yazılmasa daha iyi olacak bir nottu yine de..
Sürdüğü kadar. Ateş cılızlaşıp sistemin olağana dönmesi, serilmiş ekranın geri dürülmesi ardından sular çekilmiş de batıklar birer birer belirir gibi görünür olan defolar sonra. Büyütülme sırasının onlara gelişi.
Yeniden aşık oluşla bir sonraki perde, insanın belkemiğini zangırdatıp ışıklar saçarak açılırken düşünmeli;
Gözüne düz, ölgün (incitici, düşüncesiz, sığ..) görünen ‘eskisi,’ senden sonra karşılaşacağı insan için parlaklığı Jüpiter’inkinden geri kalmayan bir ‘yenilik’ olacak.
Seni senden alan yeni sevgiliyiyse bir de onun ‘eskisine’ sormalı.”
Taze bir aşığa yazılmasa daha iyi olacak bir nottu yine de..
26 Eylül 2010 Pazar
GÖRMEK DOKUNMAK
Benim için görmek dokunmak.
Öylesine bakarken değil ama durup gördüğümde gözlerimden hemen önce değilse aynı anda dokunma da harekete geçiyor.
Bakışımın üzerinde dolandığı şeyin sıcaklığı, dokusu görüntüsüyle birlikte akıyor algıma.
Böyle bir kavuşma noktasına kadar kendi yollarında gidiyor oysa bu iki algı.
Dokunma dürtüm güçlü. Neredeyse otistik denebilecek bir.. ihtiyaç.
Parmaklıklar, taş duvarlar, güneşten kabarmış, yağmurlarla şişmiş afiş uçları, durgun ya da akarsular, yapraklar, bitki sap ya da gövdeleri.. Parmak uçlarımla kaydını tuttuklarım. Çok sıcakta, soğukta, bedeninkinden farklı hissedilmeyen sıcaklıklarda. Pütürlü, kaygan, engebeli, keskin, eğrili yüzeyler. Katı, az veya çok dirençli dokular.. Hafızamda sürekli genişleyen bir “arşiv.”
Dokunma dürtümü açığa çıkaranlar durup baktıklarım değil ama. Yanından, içinden, üzerinden geçtiklerim.
Baktıklarıma pek az dokunuyorum. Ama bakmanın görmeye dönüştüğü an, dokunma arşivinin kapısı ardına kadar açılıyor ve gördüğümün dokunsal karşılığı da canlanıveriyor.
“Fişlenenle” sınırlı olmayan böyle bir fişleme sayesinde üzerinden uçtuğum bulutların, gözümü diktiğim ayın, fotografını çektiğim ördek ayaklarıyla resmini/filmini gördüğüm taşan süt, ayıbalığı, azılı bir bataklık vb.’nin dokunacak, vücudumda hissedecek olsam nasıl bir duygu vereceği şak diye canlanabiliyor.
Gerçeğe ne kadar uyduğu soru işareti olsa da son derece hakiki bir biçimde.
Görmek o zaman dokunmakla bir oluyor.
24 Eylül 2010 Cuma
YARIM SES
İçinden tek parça halinde bir ses yükseliyor. Bir duruş. Öykü. Karşılık ya da bir ilk hareket. “Doğruluğundan” emin, dışa vuruyorsun.
İfade edildiği an, üreme sırasında ikiye bölünen kromozomlar gibi tek parçalığı yitiyor.
Oluşturacağı yeni bütün, muhatabının, muhataplarının onu nasıl aldığına, kromozomların diğer yarısının nasıl geleceğine bağlı artık.
Ona atfettiğin doğruluk-güzellikte alınırsa ne ala, güzel ana babanın güzel çocuğu gibi bir devamlılık oluyor.
Senin hayal bile etmediğin bir açıdan bakılıp algılandığındaysa kapkara, kötü, sinsi bir varsayımın taşıyıcısına dönüşüyor.
Bu muydu benden çıkan diyorsun.
Evet ve hayır. Bir düşünce, duygu sende kaldığı sürece ne kadar tam, som olursa olsun, ifadesi, ancak algılanıp geri yansıtıldığında bütünlenecek bir yarım.
Şu Zen koanındaki gibi, “tek elin sesi,” yarım bir ses.
Ağırlık merkezin (kendini başkalarının gözünde görme derecen) ne kadar dışına düşmüş, varlığının onaylanması fazladan ne kadar önem kazanmışsa, senden çıkanı da o kadar az sahipleniyor, geldiği halle özdeşleşip ondan utanç, pişmanlık duyuyorsun.
Oysa bu haliyle senden ve hiç senden değil.
İfade edildiği an, üreme sırasında ikiye bölünen kromozomlar gibi tek parçalığı yitiyor.
Oluşturacağı yeni bütün, muhatabının, muhataplarının onu nasıl aldığına, kromozomların diğer yarısının nasıl geleceğine bağlı artık.
Ona atfettiğin doğruluk-güzellikte alınırsa ne ala, güzel ana babanın güzel çocuğu gibi bir devamlılık oluyor.
Senin hayal bile etmediğin bir açıdan bakılıp algılandığındaysa kapkara, kötü, sinsi bir varsayımın taşıyıcısına dönüşüyor.
Bu muydu benden çıkan diyorsun.
Evet ve hayır. Bir düşünce, duygu sende kaldığı sürece ne kadar tam, som olursa olsun, ifadesi, ancak algılanıp geri yansıtıldığında bütünlenecek bir yarım.
Şu Zen koanındaki gibi, “tek elin sesi,” yarım bir ses.
Ağırlık merkezin (kendini başkalarının gözünde görme derecen) ne kadar dışına düşmüş, varlığının onaylanması fazladan ne kadar önem kazanmışsa, senden çıkanı da o kadar az sahipleniyor, geldiği halle özdeşleşip ondan utanç, pişmanlık duyuyorsun.
Oysa bu haliyle senden ve hiç senden değil.
21 Eylül 2010 Salı
SAKIN SAKINMA
Balmumu kulak tıkaçlarımı sevgiyle düşünerek sordum:
“Tıkaç kullanıyor musun geceleri?”
Zaten ıssız olan adacıktaki ev sahibim, “ne demeye kullanayım ki” gibisine omuz silkerek hayır, dedi. Ekledi:
“Sakındığın şey hassaslaşır. Tahammül eşiğin düşer sonra.”
Tınn!
Bohemya kristaline fiske atılmış gibi yayıldı-yayıldı-yayıldı sözünün anlamı.
Geldi ve yaşadığım düğüme dokundu.
“Tıkaç kullanıyor musun geceleri?”
Zaten ıssız olan adacıktaki ev sahibim, “ne demeye kullanayım ki” gibisine omuz silkerek hayır, dedi. Ekledi:
“Sakındığın şey hassaslaşır. Tahammül eşiğin düşer sonra.”
Tınn!
Bohemya kristaline fiske atılmış gibi yayıldı-yayıldı-yayıldı sözünün anlamı.
Geldi ve yaşadığım düğüme dokundu.
19 Eylül 2010 Pazar
BEN TARTIŞMAM
Ayrılığın olduğu yerde görüşümü belirtir, üstelemeden çekilirim. Kıran kırana bir yana, düşük dozlu çekişmelere bile girmem. Önemli olan fikrimi, duruşumu kabul ettirmek değil, insanlarla bu kendiliğinden olduğu sürece çeşitlilikteki ahenkte birlikte olmaktır. Paylaşmayı becerebildiğim şeylere kavga girmez.
Belki her şeyi kapsayacak yakınlıklara göre olmadığımdan.
Belki de ateşli tartışmaları öğrenmemiş olduğum için.
İnsan insanla törpüleniyor. Güç oyunlarından, spor olsun için yapılan münakaşalardan, karşıdakinin var olma biçiminin parçası olan kavgacılıktan da edinilecek şeyler olduğunu kabul edebilirim. Keski keskidir onu kullanana. Ama bununla muhatabının istediği derinlik ve kalıcılıkta değişebileni görmedim. Çekişmenin sinir savaşından öteye gidebildiğini.
Derinlere kök salmış bir tavrın değişmesi dışarıdan gelen dolaylı ya da doğrudan eleştiriler, geribildirimlerle olmuyor. Bunlar olsa olsa takılan kilidi “yoruyor.”
Köklü bir değişim iç düzenin, enerji örüntüsünün yerinden oynamasıyla geliyor. Hormonal, ekonomik, çevresel, beklenmedik bir farklılaşmayla.
Bedeni öteden beri saragelen giysinin ani bir kilo kaybıyla sahibinin üstünden dökülüvermesi gibi, kemikleşmiş tavır ancak o zaman sarsılıyor, dağılıyor, un ufak olup gidiyor.
Belki her şeyi kapsayacak yakınlıklara göre olmadığımdan.
Belki de ateşli tartışmaları öğrenmemiş olduğum için.
İnsan insanla törpüleniyor. Güç oyunlarından, spor olsun için yapılan münakaşalardan, karşıdakinin var olma biçiminin parçası olan kavgacılıktan da edinilecek şeyler olduğunu kabul edebilirim. Keski keskidir onu kullanana. Ama bununla muhatabının istediği derinlik ve kalıcılıkta değişebileni görmedim. Çekişmenin sinir savaşından öteye gidebildiğini.
Derinlere kök salmış bir tavrın değişmesi dışarıdan gelen dolaylı ya da doğrudan eleştiriler, geribildirimlerle olmuyor. Bunlar olsa olsa takılan kilidi “yoruyor.”
Köklü bir değişim iç düzenin, enerji örüntüsünün yerinden oynamasıyla geliyor. Hormonal, ekonomik, çevresel, beklenmedik bir farklılaşmayla.
Bedeni öteden beri saragelen giysinin ani bir kilo kaybıyla sahibinin üstünden dökülüvermesi gibi, kemikleşmiş tavır ancak o zaman sarsılıyor, dağılıyor, un ufak olup gidiyor.
13 Eylül 2010 Pazartesi
AYNADAKİNDEN İBARET KALMAK
Hayattan beriye, İnternet karşısına çekiliyorsun. Oradan buradan edindiğin “arkadaşlar,” kapının kapıyı açtığı konular.. Renkli, sürprizli. Ne zaman olmuş, nasıl olmuş, öyle mi olmuş bilemeden dışarıdan vazgeçmişsin. Sabahları yataktan kalkar kalkmaz yüzünü yıkamaya gitmeden açtığın ekran artık -kapın değil- penceren. Arkadaşlarınla yerkürede kaplamadığın zaman dilimi yok gibi; sen uyurken akmış mesajları çayından önce içiyorsun. Başka insanların, uzakların renkleri, sesleri. İçin boşaldıkça hayatını daha da dolduruyor odağını çevirdiklerin.
Karşılığını kendi renklerin, seslerini sunarak veriyorsun. Sana pörsümüş gelen elindekiler (arada bir yaşadığın ışıltı dışında yeni bir şey çıkmıyor kafandan, algılarından) heyecanla karşılanıyor. Belli ki dünyanın bir yerlerindeki birilerinin sabahları ilk iş açtığı ekranı dolduranlardan biri de sensin. Kendi gözünden düşmüş, onlarınkinden bakıyorsun dönüp dönüp kendine; fena görünmüyor, hiç fena görünmüyor hem!
Artık sana varlık bahşeden, nasıl göründüğün. Pekala. İncelikle oynamaktan geri durmuyorsun bununla. Şişinmek elbette değil, ama şuraya biraz daha ışık düşürüp burayı daha da örtecek olursam.. İşte! Kasabanın cini olup çıkmak işten değil. Bayat mayat, ceplerinde her zaman bir şeyler oldu.
Dışarıda, onunla bir yandan da kendi içinde yaşamaya yaşamaya sönüp giden özgüvenine bu pompa bağlı şimdi. Seni şişirmekle kalmıyor, biçimlendiriyor da.
Bir yorumun beğenildiğinde dikleşiyor başın.
Yanlış anlaşıldığında sen o yanlış anlaşılan oluyor, diplerinden bir yerden “ama ben böyle demedim-böyle olmadım” isyanı cılızca yükselse de bu hücreciğin içine hapsoluveriyorsun.
Çıkıp seni savunan-doğru anlayan birileri oluyor kefaretini verip “serbest” bırakan.
Gözün onların gözünde şimdi. Sesleri, bakışlarıyla varoluyorsun. Aynalarındakinden ibaretsin artık.
Senden geri kalandan: Orada burada parlayıp sönen kaprisli yansımalarından.
Nous ne sommes nous qu'aux yeux des autres et c'est à partir du regard des autres que nous nous assumons comme nous.
Jean-Paul Sartre, L'Être et le néant
Karşılığını kendi renklerin, seslerini sunarak veriyorsun. Sana pörsümüş gelen elindekiler (arada bir yaşadığın ışıltı dışında yeni bir şey çıkmıyor kafandan, algılarından) heyecanla karşılanıyor. Belli ki dünyanın bir yerlerindeki birilerinin sabahları ilk iş açtığı ekranı dolduranlardan biri de sensin. Kendi gözünden düşmüş, onlarınkinden bakıyorsun dönüp dönüp kendine; fena görünmüyor, hiç fena görünmüyor hem!
Artık sana varlık bahşeden, nasıl göründüğün. Pekala. İncelikle oynamaktan geri durmuyorsun bununla. Şişinmek elbette değil, ama şuraya biraz daha ışık düşürüp burayı daha da örtecek olursam.. İşte! Kasabanın cini olup çıkmak işten değil. Bayat mayat, ceplerinde her zaman bir şeyler oldu.
Dışarıda, onunla bir yandan da kendi içinde yaşamaya yaşamaya sönüp giden özgüvenine bu pompa bağlı şimdi. Seni şişirmekle kalmıyor, biçimlendiriyor da.
Bir yorumun beğenildiğinde dikleşiyor başın.
Yanlış anlaşıldığında sen o yanlış anlaşılan oluyor, diplerinden bir yerden “ama ben böyle demedim-böyle olmadım” isyanı cılızca yükselse de bu hücreciğin içine hapsoluveriyorsun.
Çıkıp seni savunan-doğru anlayan birileri oluyor kefaretini verip “serbest” bırakan.
Gözün onların gözünde şimdi. Sesleri, bakışlarıyla varoluyorsun. Aynalarındakinden ibaretsin artık.
Senden geri kalandan: Orada burada parlayıp sönen kaprisli yansımalarından.
Nous ne sommes nous qu'aux yeux des autres et c'est à partir du regard des autres que nous nous assumons comme nous.
Jean-Paul Sartre, L'Être et le néant
7 Eylül 2010 Salı
U2
Dün U2’nun konserindeydim. Konser lafın gelişi; algı bombardımanlarında.
100 bin kişilik Olimpiyat Stadyumu –sahadakiler oturtulacak olursa- herhalde doluya çok da uzak değildi.
Dünyanın dört bir yanından gelenlerle turnenin “360 derece” başlığını bir de bu açıdan doğrulayan küresel bir kitle.
Saatler öncesinden başlayan heyecanlı bekleyiş, hazırlık, artan iştah.
Devasa bir alanda kitlenin parçası olmayla gelen farklılaşma. Bireylik, ayrılık geride kalırken ondan çok büyük bir organizmanın parçasına dönüşmenin yüklediği enerji. Parçanın bütünle beslenirken dönüp onu semirttiği çığlaşma bir tür.
Bastıran yağmur, şiddetlenen rüzgarla hiç bozulmadığı gibi doyurulmaya hazır, aç keyfin bir de bu çeşnilerle renklenmesi. Biraz daha macera!
Saatler geçti. Yağmur da rüzgar da dindi, hava karardı. Sahanın ucundaki, uzaylı bir örümceği andıran dev sahne yapısı ışıklar saçmaya, gövdesindeki çepeçevre ekranlarda (alın işte, bir 360 da burada) görüntüler belirmeye başladı.
Ön grup çıkıp kulaklarımızı ses şiddetine alıştırmaya, heyecanımızı gecenin merkezine doğru tırmandırmaya girişti.
Sonra biraz daha. Ve geliş yollarında fışkıran sis bulutları arasından U2, stadyumu yerinden oynatan bir tezahüratla sahneye koştu, doldurdu, köpürttü, taşırdı onu.
On binlerin katıldığı şarkılar, yerinde duramayan (durulacak gibi değildi, zemberek bir kez boşaltılmıştı) insanların dansı. Spotların dilim dilim taradığı kitlenin (çalışan kıyma makinesinin etin parçalarına ayrıldığı ucundaki kıvıl kıvıl şeritlere benziyorlardı) parçaları aşıp bütün oluşu.
Grubun müziklerini “sırf eğlence” olmaktan çıkarmaya bakarak dünyayı umursama mesajlarıyla “aktifleştirmeleri.” (Dünya barışı, insan hakları, insani felaketlerin önünü alma.. Böyle güzel şeyler. Sevdikleri bir şeye yedirerek mesajı başka türlü kulağı bunlara kapalı kalacakların yutaklarından aşağı indirme yolu. Balıkyağını portakal suyuyla vermek.)
Artık kıyamet kopuyordu. Başta Bono, grup da kitle de iyice ısınmış, istenen yönde biçimlenen tatlı bir balmumu kıvamına gelmişti.
Bir ışık-ses vd. mühendislik harikası olan sahne binası, füzenin ateşlendiği Satürn rampası gibiydi şimdi.
Işıklar, sisler, dönen köprüler, çılgın bir organik-mekanik hareket.
Ve ses tabii. Göğsüme diklemesine yaslanarak kemiklerimde, iç organlarım, oradan iliklerimde gümbürdeyen, aklı baştan alıcı bir hacimle tomur tomur titreşen ses.
Gönüllü, saldım kendimi.
Bir yanım saydam kaldı ama. Gösterinin gerisinde.
Ustalığı tartışmasız bir reji eseri renk-hareket cümbüşünün, bin bir grafik oyunun çağıldadığı 360 derecelik ekrana bu yanımla baktım.
Ekrana ve altındaki sahneye.
Büyütülmüş, sesi çılgınca yükseltilmiş, renklendirilmiş, hareketiyle sınırsızca oynanan versiyonlarından bakışımı altlarındaki sahnede sıradan ölümlü ölçeklerinde işlerini yapan insanlara indirdim.
Işıkları kapadım. Hoparlörleri fişten çektim. Akvaryum-stadyumu tıpasını açıp boşalttım.
Bono’nun sevdiğim başka dünyalı sesiyle grubun karakteristik gitar akorları kaldı geriye.
Başka da hiçbir şey.
5 Eylül 2010 Pazar
İNSAN AYNALAR
Bazısı var, aklı hayatta şimdilik kalmaya anca yeter bir ebleh gibi hissediyorum karşısında kendimi. Kafamdan, içimden geçeni söyleyecek olduğumda, raketi bir tenis şampiyonuna yaraşır şiddet ve kesinlikle topa çalar gibi kapının arkasında bu aymazlığımı bekleyen cevabını çakıveriyor. Ufalıyor, bir kez daha sıradanlaşıyorum. Cevapların pırıl pırıl kavanozlar gibi dizili olduğu onun raf-dünyasına ait olmadığımı böylece yeniden öğreniyorum.
Bazıları ellerini sevinçle çırparak karşıladığı varlığımı şenlikli bir şey gibi duyumsatıyor. Taze, şaşırtıcı, eğlenceli.
Kimiyle bana geri yansıyan algım Mr. Bean kadar sarsak, dağınık.
Kimiyle net bir ışık huzmesi misali derli toplu duyumsuyorum kendimi. Etkili, verimli.
Tabakta yarısı öylece unutulmuş yulaf lapası kadar sıkıcı bir tat alıp verdiklerim var kendimden.
Kendime görüntüde, bazen de tatta zengin gelmeme yol açan.
Hiçbir yerimden kavranmayarak aynasında görüntüsüzleştiklerim.
Bende bulup çıkardıklarıyla güzelleştiklerim.
Kıvılcımlarımızın çakıştığı gibi hoş bir etkileşimle kıvraklaştıklarım.
Kırk yılda bir de şu ya da bu halimi şöyle ya da böyle kırarak geri yansıtmak yerine aynasını tutarak bana görüntülerin ötesindekini, özümü yansıtır gibi olan bir veya iki kişi..
Bazıları ellerini sevinçle çırparak karşıladığı varlığımı şenlikli bir şey gibi duyumsatıyor. Taze, şaşırtıcı, eğlenceli.
Kimiyle bana geri yansıyan algım Mr. Bean kadar sarsak, dağınık.
Kimiyle net bir ışık huzmesi misali derli toplu duyumsuyorum kendimi. Etkili, verimli.
Tabakta yarısı öylece unutulmuş yulaf lapası kadar sıkıcı bir tat alıp verdiklerim var kendimden.
Kendime görüntüde, bazen de tatta zengin gelmeme yol açan.
Hiçbir yerimden kavranmayarak aynasında görüntüsüzleştiklerim.
Bende bulup çıkardıklarıyla güzelleştiklerim.
Kıvılcımlarımızın çakıştığı gibi hoş bir etkileşimle kıvraklaştıklarım.
Kırk yılda bir de şu ya da bu halimi şöyle ya da böyle kırarak geri yansıtmak yerine aynasını tutarak bana görüntülerin ötesindekini, özümü yansıtır gibi olan bir veya iki kişi..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)