Ustasından bir mecaz:
Nehrin bir yakası
kaçınmaksa diğeri tutunmak.
Ne birine ne öbürüne
takılmak ise akıp deryaya kavuşmak.
Ustasından bir mecaz:
Nehrin bir yakası
kaçınmaksa diğeri tutunmak.
Ne birine ne öbürüne
takılmak ise akıp deryaya kavuşmak.
Sokağa çıkmanla başlıyor. İnsanlara, süreçlere, nesnelere, hızını alamayıp havaya başlıyorsun not yağdırmaya.
Yetersiz, yanlış, gülünç,
iğrenç, korkunç!
Gerçi dışarıyı beklemeye
de gerek yok. Kendi evinde de cetvel elinde. Bakımına, haline edecek sözün
eksik değil.
Süzgecin, kalburun,
filtren cevap cetveli yerine geçen yargıların. Edindiğin, içselleştirdiğin.
Çoğu bir ezber otomatikliği, tembelliğinde. Can yakanların altına ise bir bak,
korku ve öfkeyi görüyorsun.
Güvenlik, kontrol ihtiyacı.
Engellenmişlik.
Kafanda kurduğun düzeni,
anlatını tehdit edene, bozana öfke.
*
Birlikte yargılama,
ortaklaşa not verme, şikayet, yakınma yamyamlık olmadığında pek cazip bir abur cubur
sofrası.
Bunu çıkardığında kaç
ilişkin, arkadaşlığın yakıtsızlıktan devam edemeyecek hale gelir?
Konuşacak, barış içinde
susacak ne kalır geriye?
*
Birilerini birileriyle
çekiştirmeye kapıldığım, buna maruz kaldığımda bedenime kulak veriyorum.
Kısa, ucuz bir tatmini
kötü bir gıdanın ardından gelen misali hazımsızlık izliyor. Gerilim. Kirlenme.
Sahtekarlık ederken suçüstü yakalanma hissi.
Bu öyle bir tahterevalli
çünkü. Birini alçalttıkça güya kendini yükselttiğin.
Jarvis Jay Masters bir daha çıkmamak üzere hapse 19 yaşında düşmüş. Silahlı soygundan 20 yıllık cezasını çekerken bir gardiyanın öldürülmesinde teşvik ve cinayet aletinin tedarikiyle de yargılanarak ölüm cezasına çarptırılmış. Bugün 60 yaşında, kırk yılı aşkındır San Quentin hapishanesinde, infaz bekleyen mahkumlar arasında.
Hikayesini David Sheff’in
kitabında okudum (A Buddhist on Death Row).
Jarvis bir siyah.
Uyuşturucu bağımlısı, şiddet eğilimli bir anne ile ondan da şiddetli, sonunda
hepsini terk edip yerini kendisini aratmayacak “babacıklara” bırakan bir
babanın çok kardeşli oğlu.
Küçük yaşta annesinden
alınıp verildiği bakıcı ailenin yanında hayatının doğru dürüst birkaç yılını
geçirdikten sonra bu ailenin dağılmasıyla oradan oraya, bir şiddetli ortamdan
diğerine, suçtan suça, ıslahhanelerden tutukevine sürükleniyor.
Hapiste oranın en güçlü
çetesine “asker” seçilip sıkı bir dayanıklılık ve sadakat eğitimine sokuluyor.
Mahkum olduğu cinayet de bu çetenin işi. Jarvis kimseyi ele vermemeye yeminli
olduğundan hiçbir dahli olmadığını kanıtlayamıyor.
Ölüm cezasıyla içinde
birikmiş tüm öfke, kin, korku, zincirlerinden boşanan bir panik ve hiddete
dönüşüyor.
Mahkemenin tayin ettiği
bir yasal danışmanla meditasyon ve Budizm ile tanışıyor.
İçsel-dışsal cehennemde
yaşarken durup oturmak ve dikkatini nefesine vermek gülüp geçeceği, cılız,
alakasız, bir acayip fikir tabii! Danışman peşini bırakmıyor. “Kaybedeceğin ne
var ki? Bir dene.”
Nefes alamayacak kadar
tıkandığı bir seferinde Jarvis deniyor. Anlık bir rahatlama dikkatini cezbedince
de bir iki devam ediyor. Melody (danışman) kendi hocasından aldıklarını
aktarmayı, Jarvis uygulamayı sürdürüyor.
*
Hikayesi, bundan böyle
hayatının bir parçası olan, bazen onunla uyum içinde aktığı bazen çatıştığı,
minnet kadar isyan da duyduğu meditasyonun da öyküsü.
Suç ortamı ve bunun doruğu
olan hapishanede (kırk yılın çoğunu suçlandığı cinayet mahalinde, tecritte ve
kendisine diş bileyen gardiyanlar arasında geçiriyor) hayatta kalmak üzere
edinip kalınlaştırdığı, o zamana kadar tek koruması, gücü bildiği kabuğu
çatlamaya, bastırılmış, duygular, travmalar yüzeye vurmaya başladığında dehşete
kapılıyor.
Zamanla meditasyon ve
Budizm konusunda ona yol gösteren, destek olan çevresi genişlemiş. Ustalarından
meditasyonun ne olduğu ne olmadığını öğrendikçe bu dehşetle de yüzleştiği
cesareti topluyor.
Meditasyon çalkantılı zihin
ve duygulardan geri çekilip içine ve dışına tanık olma terbiyesidir diyorlar.
Yargılamadan, bastırmadan,
kaçmadan tanık oldukça güvenliğimiz için etrafımıza ördüğümüz ego merkezli
sahte benlik belirginleşir. Onunla bağımız gücünü kaybetmeye başlar.
Özdeşleşmemiz çözülmeye doğru gider.
Özü basit, yaşaması
çetrefil bir deneyim. Ve hayat gibi. Asla doğrusal değil. Gelgiti, kuşkuları
çok.
Hele San Quentin gibi bir
azılılar zindanı ve yıllar süren temyiz labirentlerinde.
Ama Jarvis bu karınca
adımını atıyor.
Meditasyonun yanı sıra
mahkumiyet hayatında edindiği dostlarının keşfedip teşvik ettiği bir dayanağı
daha ortaya çıkıyor: Hikaye anlatıcılığı. Ancak okuma yazması olan, dilbilgisi,
kelime dağarı sınırlı bir yarı cahil fakat işte doğuştan bir öykücü!
Meditasyonla gelen içgörüleri, gözlemlerini ilmek ilmek yazmaya başlıyor.
Yazdıklarını çeşitli yerlere gönderip yayımlatıyor dostları. Geniş yankı
uyandırıyor, dört bir yandan verdiği ilham ve cesaret için teşekkür mektupları
alıyor.
Meditasyon, ifade gücü ve
dost çevresinin de desteğiyle çok derin çalkantıların, umut ve umutsuzluk cehennemlerinin
ötesinden Jarvis asıl güç ve özgürlük kaynağını adım adım keşfetmeye doğru
gidiyor.
Asıl gücün,
kalınlaştırdığın bir kabuğun içinde öfkeyle, arzular ve korkuların itip
çekmesiyle korumaya aldığın sahte benlikte değil, hayat karşısında çıplaklaşıp
sadeleşmekte olduğunu deneyimle öğrendikçe hapiste ve dışarıda birçok kişiye
ışık tutuyor, kuvvet veriyor.
Jarvis hala hapis. Ama “dışarıdaki”
pek çok insandan daha özgür.
Sonunda bu yazın da kalabalığı dalga dalga çekildi. Sıcak güneşle birlikte alçalarak keskinliğini kaybetti, tatlı tatlı ısıtmaya devam ediyor. Su yumuşacık.
Kalanlar emekli ve
yaşlılar. Zaman da buna göre. Günler kısalırken o uzuyor, nabzı düşüyor,
sakinleşiyor. Üzerine kurulduğun bir meditasyon minderi. Sükunet.
Plajda çığlıkların yerini
ara ara sudakilerin sohbeti alıyor. İşitme kaybıyla yükselen davudi, sigaralı,
cırlak seslerden siyaset, yemek tarifleri, denizin kıyıya taşıdığı site dedikoduları.
Çalışanlardan birinin
aklına gelivermesiyle kahveden bazen arabesk yayılıyor. Konyalı’dan başkasına..
ya da kaynanaya hitaben yazılmış “Al kızını – koy çuvala- salla salla vur
duvara” gibi şeyler. Kısık ses müziğin herhangi bir türünü rahatsız etmekten
uzak, çeşni haline getirebiliyor ne ilginç! Verdi ile kaynana şarkısını
kulağıma dokunuşunda neredeyse eşitleyen bir şey.
Rutinine sadık bir ben
değilim. Hep aynı vakit aynı yerde aynı şeyi yapan aynı insanlar. Suları
tokatlayan güçlü yüzücü. Dubaların ipine asılıp önce yüz, sonra sırtüstü bacak
egzersizi eden. Yavaş ama güzel yüzen yaşlı kadın.
Tam da ay biterken elim
Halk Kitabevinde Mehmet Rauf’un Eylül’üne gitti. Hiç duraksamadan aldım. Ne adı
dışında yazarı bilirim ne romanını. Ama kitaplık perisine inancım hiç
sarsılmadı. Elin bir çekime kapılmışsa kurcalamadan alacaksın, vardır bir
bildirilen.
Gerçekten de koşulların
bir araya gelişi onu hoş bir eşlikçi yapıyor. Eski İstanbul, Boğaziçi,
birbirine dönüşen haz ve ıstırap ile bir aşk üçgeni. Normalde aman aman
çekmeyecekken hoşlanarak okuyorum. İfadenin zamanı geçkinliği (eski modalığı)
ustalığından bir şey götürmüyor.
Takvim Eylül’ü ile roman
Eylül gelip geçiciliği, uçuculuğu birbirleriyle iç içe anlatırken o da yaz
curcunası gibi olup bitecek bu mevsimi sindire sindire damağımda eritiyorum.