Kendini huylanmaya kaptırmak ne kolay. Baktığında hoyratlığı, kabalığı, pespayeliği vs. görmek. Algını bunlara hapsetmek.
Ama güzellik bakanın gözünde ise çirkinlik de öyle değil mi?
Kendini huylanmaya kaptırmak ne kolay. Baktığında hoyratlığı, kabalığı, pespayeliği vs. görmek. Algını bunlara hapsetmek.
Ama güzellik bakanın gözünde ise çirkinlik de öyle değil mi?
Hafif tozlanmış kumaş babetlerimi giyiyordum ki amcam, “Sade Seda” dedi. “İnsan dönüp bakmaz. Bir de bilseler içinde nasıl bir cevher var.”
Övgünün hoşluğu aynalanıvermenin irkilticiliğini götürdü.
Her olayın iki kulpu olur demiş Epiktetos. “Bunlardan biri taşıyıcıdır, diğeri değil. Kardeşiniz size karşı bir kusur işlerse bunu hatasının kulpundan kavramayın. Çünkü bu kulp durumu yerinden kaldırmaz. Diğer kulpu kullanın; onun kardeşiniz olduğu, birlikte yetiştiğiniz olgusunu. O zaman taşıyıcı kulpu kavramış olursunuz.”
*
En kolayı uzak durmak. Canını sıktı sıkacak insanlardan, durumlardan,
olaylardan. Hiç bulaşmamak, muhatap olmamak, maruz kalmamak. Selameti mesafede
bulmak. Basıldığında havalara sıçradığın, köpürdüğün, aşağıladığın,
aşağılandığın, baş edememenin sancısını çektiğin düğmelerini el altından
çekmek.
E, kaçtığın şey burnunda biterse ne yapacaksın?
Dudaklarını büze büze zerrece umurunda olmadığın bir dünyadan beklediğin
saygı, hassasiyet vd.ini bir yana bırakmasan da çok bol tutacaksın. Diyelim 20
desibelle rahatsız oluyorsan 70’e kadar çıkacaksın. Sigaraydı, mangaldı,
kokulardan, içki sofrası müziğinden, bilumum insan gürültüsünden huylanmanı
eteklerini çamurdan kaldırır gibi yukarılara çekeceksin.
Mesafe bıraktıkça bedenine tam oturmuş beklentilerini tadil edip bunlarla
içine bir sen daha alacak bol bir entari biçeceksin.
Havadar, rahat.
George Prochnik, In Pursuit of Silence’dan
“Körfez bölgesinde sessiz Budist inzivaları düzenleyen Gene Lushtak,
yirminci yüzyıl Tay Budizm’inin en önde gelen liderlerinden Ajahn Chah ile
ilgili bir hikaye anlattı. Faal olduğu manastıra genç bir keşiş gelmiş.
Manastırın dışındaki kasabada insanların bütün gece şarkı söyleyip dans ettiği bir
dizi festival yapılmaktaymış. Keşişler meditasyonlarına başlamak üzere sabahın
üç buçuğunda kalktıklarında bu partiler bütün gücüyle sürüyormuş. Sonunda bir
sabah genç keşiş Ajahn Chah’ya feryat etmiş; ‘Muhterem! Gürültü çalışmama engel
oluyor, bütün bu gürültüde meditasyon yapamıyorum!” Ajahn’ın cevabı, ‘Gürültü
seni rahatsız etmiyor’ olmuş, ‘Sen gürültüyü rahatsız ediyorsun.’ Lushtak’ın
ifadesiyle, ‘Sessizlik, sessizlik olduğunu düşündüğümüz şeyin bir fonksiyonu
değildir. Tepkimin sükunet oluşudur. Sessiz olan, benim şeylerin nasıl ise öyle
olmalarına itirazımdır.’”
Düzeneği gözümün önünde kurdular. Çatının kenarındaki yükseltinin bana en yakın ucuna su deposu ve güneş enerjisi yerleştirildi. Yanlarındaki ufak motoru fark ettiğimde gitmişlerdi: Hidrofor!
E ama bunun gürültüsü? Fazla ses çıkarmaz diye omuz silkti ortalarda dolanan uyurgezer elektrikçi. Yeniler gürültülü değil diye biliyorum dedi mimar. Vanası kapalıydı. Hadi bakalım.
Derken açtılar. Buzdolabı kadar, iyiymiş demeye kalmadı, alçak perdeden hırıltı, ağır bir tel kapı çarpmasını andıran patlamayla sona erdi. İrkildim. Bunu uzunca bir sessizlik izledi ve kalıp tekrarladı. Bir küsur dakika sessizlik, 40 saniye kadar hırıltı, patlama.
Gündelik gürültüye kaynayan ama sessizliği jiletleyen bir işleyiş.
Ortaya çıktığı dün sabah, balkonda kitap okuyordum. Bütün sükunet, ardından hırıltılı bir tırmanışla o bir anlık gümbürtüye çıkıyordu. Patlamayı gerilerek beklemenin dikkat filan bırakmadığını fark ettim. En kötüsü de her zaman olduğu gibi buydu; beklemek. Patlama bir ansa geri kalanı beklentisi işgal ediyordu.
Sonra gürültüler hızla çoğaldı. Bitişikte demir kesiyor, aşağı bahçeyle uğraşıyor, en alttaki talihsiz komşunun verandasında bulduğu inşaat pisliğini kaldırıyor, kazıyorlar, bağrış çağrış sohbetler ediyorlardı. Hidrofor silindi.
Gece aynı yastıktaydık. O ve ben. Sesi sessizlikte büyüdü, patlaması şiddetlendi. Daralacak gibiyken hatırladım.
*
Bir gözlemleyen yanın var. Hiçbir tepkimeye girmeden olanı izliyor, onunla bir oluyor. Yoğunlaşmayı, kendini vermeyi, sonuna kadar anda ve bölünmemiş olmayı onunla yaşıyorsun. Ben-sen, ama, ya?, eğer, iyi-kötü, güzel-çirkin bilmiyor. Dilsiz, yargısız, som bir dikkat, farkındalık.
Onda olduğunda barışıksın. Etrafın toz pembe olduğundan değil; yanından ister boklu dere aksın ister suyunu içebileceğin gür bir ırmak, saldırı-savunma-güç oyunlarının, bunların meyvesi korku, kaygının ötesinde, bölünmemiş olduğundan.
Ve hayır! Bu ne Nirvana ne Polyannacılık. Doğada, sanatta, hakiki bir iletişimde kendini kaybedip çok daha fazlasını bulmayan var mıdır? Bir anlığına, şans eseri bile olsa. İşte o! Diğer yanın çenesini kapadığında hissedilir olan. Derinlerden bir iç ses olarak işitilen.
Ben bu yanıma yatırım yapıyorum. Alan açıyor, hissine duyarlığımı biliyorum. Müşküllerimi de ona havale etmeye başladım.
*
Diğeri
düşünen yanın. Aydınlık tarafına sözüm yok. O kadar aydınlık olmayan tarafıysa
senaryolar, kıyaslamalar, yargılar, gerekliden çok gereksizlik üreten. Kendini
bir dev bir cüce aynasında gören, dünya ondan sorulurmuş gibi varı yoğu
omuzlayıp altından kalkmaya debelenen bir garip Atlas.
Dünyayı kendine sen ha, bana ha! merceğiyle dar eden, iktidarsız öfkesiyle kavrulup duran.
Hayatı onunla almayı birbirimize öğretiyor, hepsi bu mu diye sormuyor (sormadığımız gibi olmayabileceğini söyleyene burun kıvırıp alaya alıyor), kendimizi kıtlığına, katılığına, karanlığına hapsediyoruz.
İşte gecenin ortasında kendimi hidrofora baş gösteren tepkisinden geri çektiğim oydu.
Sus ve dinle!
Sessizlik, hırıltı, patlama.
Ben ve bana karşı’nın yokluğunda sadece ses ve sessizlik.
Tercihsiz, hükümsüz, anı anına ne varsa ona kulak kesildiğimde o tatsız patlama beklentisinin kaybolduğunu fark ettim.
Ne müthiş bir yan ürün! Patlama geldi gelecek diye hırıltıyı meşum bir haberciye çeviren, sessizliği zehir eden beklenti yok. Patlama da patlama işte, ne ise o.
Ne yani, her yaptıklarına he mi diyeceğiz?! Saygısızlıkları yanlarına kâr mı kalacak? Barışık olmak paspas olmak mı?
Hayır, hayır ve hayır.
Barışık olmak tercihlerimin, sınırlarımın olmaması demek değil. Ama o kavurucu kızgınlıktan hareket etmek zorunda mıyım? Birbirimize bunu da öğretiyoruz. İtirazını bağırıp çağırarak yükselt, başka türlü seni işitmezler. Oysa bu sıradan öfke aslında aczin kabulü. Sakin, ayağını sıkı basan, karşısındakini işiten bir tonla çok daha fazla kale alınmaz mıyım?
Hadi alınmadım, oyalandım, geçiştirildim, sözümü dinletemedim diyelim, kucağımda tecavüz meyvesi bir piçi andıran öfkemle kalakalmak sükunetimi bozmamaktan çok mu iyi?
Sükunetime dönebilme esnekliği ortaya çıkarılabilen, öğrenilebilen, teşvik edilebilen bir yeti. Akıntının (insan doğası deyip geçilen koşullanmaların, kültürel onayların) tersine yüzmeyi -en azından başlangıçta- gerektirse de gerçekdışı değil; negatiften fellik fellik kaçıp pozitife dört elle yapışarak yaşamaktan çok daha gerçekçi. Olumlu-olumsuz, nehri akıp gitmeye bırakıyor. İstediğimin (kaybetmekten korktuğum) tadı-istemediğimin (gelmesinden korktuğum) tatsızlığından çok daha geniş bir çerçeve sunuyor.
Hidroforun devreleri gibi işte. Sessizlik sessizlik, hırıltı hırıltı, patlama da patlama.
Geçen yıl, buradaki ve pandemide ilk yazımın nişanlarındandı. Geçen hafta cümbür cemaat geldiklerinde içim gülümsedi.
6-7 yaşlarında. Yetişkinler arasında tek bir çocuk. Arkamdaki evdeler. Sokakta kısacık bir iki karşılaşmadan netsiz bir imgesi var bende. Bir gelişim geriliği de var mı dediğim tombulca bir oğlan.
Gözümü değil, kulağımı dolduran bir çocuk.
Algımı ateşte kızdırılmış çuvaldız ucu gibi delen ince, tiz bir notayla yükselerek kopan bir ses. Üst perdeden başladığında beni hayali bir lunapark trenine bindiriyor, akustik tepeler boyunca tırmana düşe ilerliyoruz. Söylediklerini seçemiyorum, sesi kuş şakıması gibi. Billur ve anlaşılmaz.
Nokta yerine soru işaretleriyle bitiyor. Bütün cümleleri. Ağzını açtı mı sonu gelmez bir askıdalık haline artık hazırım.
Tek bir kelimesi çok anlaşılır, bütün cümlelerin hitap ediyor göründüğü kişinin adı o da:
Tepelerde yürüyordum, cayır cayır bir arabesk belirdi, geldi, geçti, önümde durdu. Bir tüp gaz kamyoneti. Genççe şoför, ”Affedersiniz” dedi, “Bir şey soracaktım da. Tatlı yiyor musunuz acaba?” Bunu tüplerle ilgili olası bir kampanyayla bağdaştırmaya çalışarak başımı iki yana salladım. Yoluma devam ederken beni bir kez daha geçti, “Yeğenimi sünnet ettirdim de..”
Müzikle birlikte hızlanarak gitti.