İstanbul.
Bu defa sevimsiz, yararsız, ölgün bir tekrara
dönüşen şehir izleniminin dışına çıkma niyetiyle geldim. Altından girip
üstünden seyretmek. Sağına soluna çekilmek. Evirmek ve çevirmek.
En tatsız, monokrom yüzey bile yaklaşıp içine girdikçe
kabuk izlenimin ötesini sunar. Yeşil bir benek yakalarsın, pırıltıya dönüşen
bir ayrıntı. Çokgen bir mineral parçası.
Hiç olmazsa sabitlenme yanılsaması dağılır,
değişim hissi geri gelebilir.
Su yüzeyden çekiliyorsa sen de daha derine dal,
oralarda ara, bul.
İstanbul, zorbaca dayatılan grileşmeyi ona
tepkinin de aynı donukluğa gelmesine izin vererek içselleştirdiğin iki taraflı
bir kilide dönüşmekte.
Kapanıp kalma. Çık, dolaş. Rastlantılara,
karşılaşmalara kapını ardına kadar aç.
Yoksa şehrin kendisinden önce taşlaştırdığın
yargısında boğuluyorsun.
*
Öğleden sonra Çağlayan’la buluştuk. Ay sonu
kapanan Lale Plak’a vedaya gittik. Bu kendi ufak, sunduğu uçsuz bucaksız mekan
İstanbul’da kendimi yerimde hissettiğim noktalardan oldu hep. Alice’in tavşan
deliğinden geçer gibi, göz önünde veya keşfedilmeyi bekleyen dünyanın müziğiyle
bütün bir aleme açılış. İstersem rehberim de gözü saatinde tavşan yerine
zamanını sana cömertçe ve olanca incelikle sunan Hakan Atala. Müzikle
yoğrulmuş, aydınlık, sıcak bir insan.
İstanbul’a şöyle bir uğradığım son yıllarda da
Lale Plak hiç atlamadığım bir uğrak oldu.
Artık olmayacak. Neredeyse boşalmış dükkandan
elimde Oğuz Büyükberber CD’leri (bu hisse bas klarnet iyi gider), yıllardır
yaşadığım bir evden apar topar taşınırmışım duygusuyla ayrıldım.
Şükranla, Hakan!
(Şevket Akıncı’nın çok sevdiğim yazısını
ekleyeceğim.)
*
İstanbul Modern iki sergisiyle sahneyi
değiştirdi.
Lütfi Özkök portrelerini galiba ilk kez bu
kadar çok ve sergi kalitesinde baskısıyla görüyorum. (Gerçi o kadar güçlüler ki
saman kağıda soluk baskı bile etkilerini değil, sadece sunumu azaltır.)
Yazarından düşünürüne, şairinden yönetmenine, siyasetçisine, yerlisinden
yabancısına 20. yüzyıla izini bırakmış insanın (yüzde 99’u erkek) yüzleri.
Zamanın üzerine çıkan o bakışları, duruşları
nasıl yakalamış? Nasıl bir bağ kurarak baktığı yüzleri insanın enstantane
uçuculuğunun ötesine geçirmiş? En derin, odaklanmış, yekpare hallerindeki
yoğunluğa ulaşmış?
Birer poz bunlar. Sözcüğün katılaşma içermeyen
ilk anlamıyla. Tersine, alabildiğine yaşayan “duruş.” Canlı ve sağlam.
Kadınların bu çerçeveye pek giremeyeceğini mi hissetmiş? Bir iki kadından biri
Nadine Gordimer idi. Neydi onun yüzündeki belli belirsiz ama lekeleyici gölge?
Erkeklerden billur gibi belirginlikler yakalayan sanatçıyı iş kadınlara gelince
tutuklaştıran?
*
Canan Tolon’da kendimi onun çoğaltılmış
dağılışları arasında atomlarıma ayrılmaya bıraktım. Güzeldi.
*
Salı akşamları stüdyosu-evinde söyleşiler
düzenleyen mimar Asiye’den de Çağlayan sayesinde haberim oldu. Noel akşamı.
Şişhane’den İstiklal kalabalığına karıştık. Avlusundaki dev çamı yüksek
kontrplak duvarların ardında korumaya alınmış San Antuan’ın önünden geçerken
girip çıkan kalabalığa bakıp ayinini yapmak isteyen müminleri için üzüldüm.
(Dahası varmış meğer, görüş alanımızın dışını da salepçiler, türlü satıcılar kuşatmış.)
Ara sokaklardan Cihangir’e kıvrıldık. Yüksek tavanlı eski binadan içeri girdik.
Sıcak bir mekan, sıcak bir karşılama. Salonu bir uçtan diğerine kat eden uzun
masanın başında toplanacak 19’undan 68’ine 30-35 insan.. Ve bir ozan. Eski
müziğin eğitimini tam da yerinde, Basel’de almış Ozan Karagöz. Mavi gözleri
ışıl ışıl. Güler yüzlü, içten, ilginç ve eğlenceli, gencecik. Müziğin yoğurduğu
bir insan daha. Barok (imiş) arpi, alto flütü, uzun saçları ile çağımıza
ziyarete gelmiş bir trubadur.
Aldı bizi, karanlık bilinen Ortaçağın
aydınlığına götürdü. Müziğin aritmetik ile birlikte baş tacı edildiği yere.
Platoncu idealler ile sıradan (müzik adamı ile çalgıcı) arasındaki gerilime.
Kitabileşmeden ama kozmoloji ile insan müziği arasında serbestçe gidip gelerek ilgiyi
körükledi, dikkati besledi. Müziğiyle de suladı.
Bir iki saat sonra masadan kalktığımızda
insanlara baktım.
Hafiflemiş, hoşnut, açık. Mutlu. Sanki benzer
bir özlemle bir araya gelmiş.
Su yüzeyden çekiliyorsa sen de daha derine git.
İsa’yı, kara zamanların ortasında SEV! diyeni biz de kendimizce anmış olduk.
Teşekkürler Asiye, teşekkürler Ozan!
*
Şevket Akıncı’dan Lale Plak, müzik ve dinlemek
üzerine
Lale Plak kapanıyor. Müziği cd'den dinleyen
son salak olarak buna en çok üzülenlerdenim. Hatta en çok öfkelenenlerdenim,
çünkü yapılacak hiç bir şey yok...Günümüz hayatında, değişim hızı o kadar büyük
ki doğruyu yanlıştan ayırmaya fırsat bulamadan karar vermeye çalışıyoruz. Bu
hızı kontrol eden "sistem" -ekonomik ve politik düzen de diyebiliriz
bu sisteme, neyi nerede yaşayacağımıza da karar veriyor sanki. Özellikle kültür
alanında yayılan ve yaydığımız kültürün tabiatı değişen teknoloji ile değişti
ve biz doğruyu yanlıştan ayırmaya zahmet edemeden teknoloji ile birbirlerine
uyumlu bir ekonomik ve politik otoritenin köleleriyiz. Eskisine göre çok daha
dar ve kısa bir zamana ve mekana hapsediyoruz kültürü. Çoğu insan artık müziği,
müzik setlerinden değil de örneğin kulaklıklarla dinliyor, ya da aynı zamanda
çalıştığı mekanda bir masaya kurulan bilgisayarın hoparlörlerinden dinliyor.
Birkaç saniye dinleyip atladığı spotify sayfalarında, ya da bir dakikalık
instagram paylaşımlarında. İş öyle bir yere vardı ki instagram stroylerinden 15
saniyelik kesitlerle yayılıyor müzik- ki genelde bunun sadece 2-3 saniyesini
dinleyip bir sonraki story'e atlanıyor. Tüketim hızını büyük ölçüde kontrol
altına alan görünmez bir elin tokadına en çok da müzik maruz kaldı. Müziği kaliteli
bir şekilde yayma alanı olarak görülen konser mekanlarında da, sistemin bu
görünmez elinin baskısını hissediyoruz. Her zaman kapatılma riski altına giren
bu mekanların sanatçı seçimi bile son 10 yılda bile çok değişti. Müzik seçimi
konusunda maceracı olan mekanların kapatıldığını daha sık görüyoruz,
kapatmayanlar, birçok kültürel ödün veya finansal ödün vermek zorunda.
Konser mekanlarını saymazsak, kültürü imaj ve reklama
dönüştüren bir teknoloji ile yaymak durumunda kalıyoruz. I -phone'lar, I-Pod'lar,
Macbook, vs...kullanan insan sayısı çoğaldı ve artık neredeyse birbirinden
kopuk bir biçimde iletişim kuruyor. Yaşamla ilgili her şeye örneğin yitirilmiş
yetenekler, yitirilmiş vücutlar, yitirilmiş toplumsallık ya da eski tadını
yitirmiş yiyecekler konusunda hemen her alanda her şeye eski işlevi yeniden
kazandırılmaya çalışılıyor. Youtube: sanal bir konser salonu, i-tunes: sanal
bir medyatek. Her sanal gösterinin girişine sanal gişeler koymak, böylelikle
her dinletinin parasını ödetmek, dinleyiciyi daha da tembel bir hale getirmek,
çaba harcamayan tüketicinin tükettiği şeye karşı yüklediği değer.
Son bir kaç yılda Steve Jobs tarafından yayılan nesnelere
tek iletişim ve yayma aracı gözüyle bakıyoruz. I-phone'lar özellikle bizi dar
ve yalnız olduğumuz bir alana sıkıştırmakla kalmayıp birlikte yalnız
yaşadığımız bir topluma dönüştürdü. Satın alınan bir plağın etrafında toplaşan
müzik meraklılarının müzik setinin etrafında müzik dinlediği günler geride
kaldı. Bu imtiyaz bugün oldukça pahalı plakları satın alabilen zengin bir
azınlığa ait. Özellikle bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde, bu plakları satın
alamayan müzisyenlerin ürettiklerini satın alabilenlerin eleştiri kabiliyetine
göre şekillenebiliyor bazı sanatsal tercihler. Benim gençliğimin geçtiği 80'li
90'lı yıllarda bir kaset alırdık mesela ve o kaset bitene kadar dinlerdik.
Sevmediğimiz şarkıları bile dinlemek zorunda kalırdık. Ama sanatçıyı ancak bu
şekilde gerçekten özümseyebilirdik. Bugün ise çoğu genç bir sanatçının
külliyatını "indirerek" özümsediği yanılsamasına kapılabiliyor.
Azıcık orasından burasından dinlenen örneğin bir Miles Davis külliyatının yüzde
kaçına hakim olduğumuz dikkate alınmadan "özümseyiveriyoruz" ve
elbette tecrübemizin niteliğini sorgulamadan kanaat sahibi olabiliyoruz.
Özellikle öğrencilerime cd ya da plakları dinletiyorum sınıfta-real time.
Konserlere götürüyorum. Kültür yaymanın ve almanın daha uzun bir zamana yayılan
bir emek gerektirdiğinden habersiz bir çoğunluk, verilenle yetinip düşünme
işini bir otoriteye bırakıldığı sisteme alışık olduğundan müzik dinleme işinin
entelektüel ve fiziksel bir emekle ilgili olduğunu bağdaştıramıyor. Ve I
Phone'lara geri dönülüyor.
Steve Jobs akla geliyor, kendisini insanlardan izole ettiren ne kadar eğilim
varsa, ne kadar kompleks, patoloji varsa, I-phone -I pod Mac book vs.. gibi
yarattığı nesnelerde cisimlendirmiş, ve neredeyse tüm insanlığı bu nesnelere
bağımlı kılarak, bu dünyadan çekip gitmiş. Kişisel hayatında onu yalnızlığa
iten başa çıkamadığı sebeplerden intikam alırcasına. Sanki kendisinden daha
uzun yaşayan bu nesneleri yaratarak kendisini değil yalnızlığını
ölümsüzleştirmiş.
Zamanla, Lale Plak, bir müzik dükkanından daha fazla bir
şeye dönüştü benim için: çok fazla anım var orada...Ta 2005'de ikinci Lifeline
albümüm New Frontier için AK Müzik'i öneren Hakan Atala'dır- ki o zaman bir
senedir plak şirketi arıyordum. Bu iyiliğini unutamam.. Tüm albümlerimi
bulacağınız iki üç yerden biriydi. Sadece benim değil, Türkiye'de caz, deneysel
müzik, çağdaş müzik yapan kim varsa, orada bulabilirdiniz. Ses sistemi o kadar
iyiydi ki her yeni albüm çıktığında oraya koşup kalite kontrol yapardım, ve
içeride müşteri varsa yüzlerine bakardım çaktırmadan. Albümlerin vitrinde
azalıp azalmadığına göre mutlu ya da mutsuz olurdum. Müziğime yön veren bir çok
albümü Lale Plak'tan aldım, bir çok sanatçıyı Hakan'ın tavsiyesiyle keşfettim.
Yeni çıkan ECM ya da ACT cd'lerden haberdar olur olmaz, soluğu Lale Plak'ta
alırdım. Bi noktada artık başka hiçbir yer yoktu, bir Cihangir'deki Opus 3A..
Ama dediğim gibi Lale Plak bir müzik dükkanından fazla bir şeydi. Bir buluşma
yeriydi. Lale Plak'ta randevu vermek "klas" bir şeydi. Sevgililerle,
arkadaşlarla, müzisyenlerle orada buluşulur, hatta bir süre durulur cd plak
karıştırılır, Hakan ya da diğer eleman arkadaşlarla sohbet edilirdi. Şehre
yabancı biri geldiğinde orada randevu verirdim. Belli bir kültürel seviyenin
göstergesiydi. Yıllar geçti dünya değişti Türkiye değişti...Lale Plak'la
birlikte içimdeki eski Türkiye'yi de geçmişe gömdüm.