Durağa otobüsle aynı anda geldik. Ne iyi, dedim, gün
akmaya başladı! Keyifle bindim, üstelik oturdum. Ortaköy’e kadar bomboş olan
yol orada bir anda dolup tıkandı. İnsanlar onuncu dakikasına varmadan oflayıp
puflamaya, üçer beşer inmeye başlarken kulaklıkları kulağıma tıktım, Philip
Glass’ın Einstein Sahilde operasının
ilk perdesinden Tren bölümünü içeri boca ettim.
Glass’ın treni duran trafikte ilerlemeye koyularak
İstanbul’a karıştı. Aldırışsız bir kulağa sonsuz bir tekrar gelecek şey görünürdeki
tekrarın tekrarlanmazlığıydı. Hareketsizliğin hareketi. O İstanbul oldu,
İstanbul da o. Akan bir akışsızlık!
Bir süre sonra görüntülerden de ayırarak sadece müziğe
odaklandım (ya da müzik bana, kim bilir).
Tren!
Dahiyane bir ses işleme. Saat yönünde giderken derece
derece saat yönünün tersine çevrilen döngüler, raylar üzerinde süzülürken
çatallaşan doğrusallıklar, aks üzerine iki, üç yana kontrollü savruluşlar..
Kahkaha atmamak için kendimi tutarken bir kez daha bildim
ki sesleri seviyorum ben, daha müzik halinde işlenmeleri veya yarı işlenerek
sentezlenmeleri vb öncesinden, en ham hallerinden başlayarak sesleri. Sevdikçe
dikkatim bileniyor, dikkatim bilendikçe daha iyi seçiyor, aralarında ilişkiler,
etkileşimler buluyor-buluşturuyor, daha çok seviyorum.
Müzik kulağımı inceltirken ses sevgim de müziği duyuşumu
besliyor.
Otobüsten nice zaman sonra, Philip Glass’la aramda koyu
bir kulak kardeşliği kurulmuş, derin bir doyumla indim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder