Sabah güneşinin yandan vurup yeşilini zümrütleştirdiği
dağın güzelim biçimlerine baktım. Buradan son kez geçtiğini bilseydi.. dedim.
Kim bilebilir ki. Bir iki kilometre sonra yeni yola çıktım. Jilet gibi olmuş
tünele. Sonbaharda, daha toz toprak inşaat halinde izinle burayı kullanır, yolu
kısaltırken bir defa da beni geçirmişti. Yardımını istediğim sayısız seferden
birinde.
Tepeyi çıkıp yeni hastanenin arkasına dolandım. Ufak bir
topluluk şimdiden birikmişti. Duvar dibinde bir bankta karısıyla oğlu gözüme
çarptı. Çarptı. Şokla donmuş dipsiz,
sessiz acılarıyla çevrelerini de sessizleştirmiş. Birbirlerinin kollarına
büzülürken birimi olmayan bir ağırlıkla büyümüş, büyümüş, yüzeye daha yakın bir
acıda ortalığı ayağa kaldıracak bütün dışa dönüklüğü içe, suskunluğa
çevirmişlerdi.
Bürokrasi, adli işlemler, otopsi. On günlük komanın
sonuna eklenen bitmek bilmez birkaç saat daha.
*
Köylerini bulmam zor olmadı. Evi de. Bahçesi, çardağın
gölgeliğinde bitişmiş, arada ağıtları yükselip alçalan iki anne dışında sessiz
bir kadın kalabalığı. Ve sessizliğin merkezinde oraya benden önce varan karısı.
Hayat devam ederken çakılmış çakmak taşı gibi alevli bakışları şimdi donuk.
Bilinçle yokluğu arasında bir buzlu camlıkta.
Güneş artık yakıcı. Ama su, kağıt mendil ve “elim” denen,
aslında ne aptalca bir kazayla gidenin yakalara iliştirilecek renkli vesikalığı
bile fısıltıyla elden ele geçiriliyor.
Karısı karnına bıçak saplanmış gibi iki büklüm. İçinin
dışına saçılıp gitmesini engellemeye çalışır gibi. Sakındığı o değil de belki,
aşkının şu acıdan ibaret kalmış varlığı.
Alçak bir sesle, ürkütücü bir tekdüzelikle konuşmaya
başlıyor. Sessizliği daha da sessizleştirerek kulak kabartıyor kalabalık.
Anlatıyor. Oğluna babasının öldüğünü nasıl söyleyeceğini bilemediği bir saat
boyunca “arkadaşım, dostum, sevgilim, kocam” ile baş başa kalışını,
doktorların, tüplerin, ıvır zıvırın engeli kalkmış, ona dokunuşunu, son
sıcağını..
Sonra geldiği yere, kütlesini mutlaklaştırdığı sessizliğe
gömülüyor. Bir sonraki sefer, yirmi yılı onunla ortak hayatından anlar,
dönemler, dönemeçler anlatana kadar. Sesi bazen yanı başındakinin bile artık
işitemeyeceği kadar alçalıyor, sadece dudakları kıpırdıyor. Hiç tizleşip
yükselmiyor.
Kendini şimdi başka bir yerde toplanmış erkekler
arasındaki oğlu için bu kadar tutuyor belki. Belki başka şey.
Annesinin başını örtmesi için gönderdiği örtüyü elinin
tersiyle itiyor. Dışarıdan gelenler hariç başı bir açık o. “On gündür bildiğim
her duayı okudum Ne oldu? İşitildi mi? Bırak!”
Ama sonunda, inadına yeşil, her yandan fışkırmış çiçekler
içindeki mezarlıkta, yeniden donan bakışları uzaktaki çukura toprak atılışına arada
bir kayarken başı kapalı. Kızıl oya
çevrili siyah bir yemeni.
Çocukluk düşünü gerçekleştirerek son doğum
gününde Yörüklerden alıp kocasına armağan ettiği kara kısrak gözümde canlanıyor.
Dün yine gördüm onu. Başıboş dolaşıyor, bahçelerin henüz
biçilmemiş gür otları arasında başının çaresine bakıyordu.
.