Karşıya vapurla. Günbatımında alacalanan (tırmandıkları
yüzlerce metreyle bir yandan da göğün enginliğini gözler önüne seren) bulutlar,
bir türlü getiremedikleri yağmur yerine renkleri yağdırıyordu. Hızla değişen
son ışıklarla anı anından farklı bir cümbüştür gitmekte.
“Al sana doğaçlamanın en özgürü!”
Serbest doğaçlamaya ben Islak Köpek ile uyandım. Anladım.
Sevdim. Ama sevdirebildiğim pek söylenemez. Seslerden dikili biçili müzik
olmasını ya da doğadaki halleriyle çabasızca kulak okşamasını bekleyen,
bunların dışında kulakları (gönül kulağı da
denebilir mi sahi?) henüz kapalı arkadaşlarım, tanıdıklarım, paylaşma isteğimi
sarsılmaz bir kararlılıkla geri çevirmeye devam ediyor. Seslerle tıpkı boyalar,
taş-tahta, metal ve sözcükler gibi oynanabildiğine benimle birlikte tanık olup
bundan neler neler çıkaracak insanlara bakınmaktan ben yine de vazgeçmiyorum.
Ya tutarsa? Ya bir gün birileri daha bu eleği ele
geçirdiği gibi yarı beline dek girdiği ırmaktan nice altın-taşlar eler,
hayatına başka bir bakışın zenginliğini katarsa?
Genç Jeff’e Gitar Kafe’ye gitmek ister mi diye işte öyle
sordum.
“Islak Köpek grubundan Şevket’le Korhan, Sumru
Ağıryürüyen ve Anıl Eraslan’la serbest doğaçlama yapacak. Vokal, çello, gitar
ve elektronik aletler.. Ne dersin?”
Deneyime sünger gibi açık haliyle hiç kurcalamadan tabii,
dedi. Doğruluğu yine de elden bırakmadım. Uyarı olduğunu anlayabileceği bir not
düştüm: “Daha önce serbest doğaçlama duymadığını söylüyordun. Alışılmadık
gelebilir.” Aldırmadı. Deneyim deneyimdir.
Günbatımı şenliği ardından Gitar Kafenin ufak, loş
odasına geldik.
Bir kadeh kırmızı şarap, bir bardak bira, sustuk ve
gözlerimizi sahneye çevirdik. Başka biri olsa konuğumdur, iyi halinden
sorumluyum duygusuyla ara ara döner, yüzünden, duruşundan ne halde olduğunu
yoklardım. Jeff farklı. Hoşlansa da hoşlanmasa da yaşadığından yakıt
çıkaracağına güvenim tam; onu kendi haline bıraktım, kendimi de kendiminkine ve
böylece ilintilendirme ihtiyacı duymadığımız iki ayrı kaydıraktan, taze üretilen
seslerin ırmağına daldık. Öyle olmuş olduğu çıkıştaki konuşmamızdan anlaşıldı.
“Önce bir saat boyunca bunu kaldırabilir miyim dedim. Ama
kısa süre sonra, bilemiyorum ne zaman, kendimi içinde buldum. Ve çok, çok
hoşuma gitti” dediğinde.
*
Ve işte başlıyor.
Sumru’nun sesi kesik kesik bir arayışla Anıl’ın çellosuna
karışıyor. Sert Sessizler projesinden bildiğim bir karşılıklı güven içinde
birlikte arıyorlar. Suyun yolunu araması gibi. Şevket gitarı, Korhan (bağışla
beni, bunlara ne denmesi gerektiğini hala bilmiyorum) elektronik salata
çanağıyla onlara katılıyor.
Sesler.. insanın iç aleminin dokularını dışa vuruyor.
Sertlik, yumuşaklık, direngenlik, akış, darbe, dokunuş, esinti, girdap, kapanma
ve açılma, sıcaklık.
Ve dokular dokularla söyleşiyor. Söyleşinin en saf haliyle;
önce ya da aynı anda dinlemekten başlayıp. İnsanların sözcüklerle nadiren
başarabileceği bir gerçek dinlemeyle. Böylece dokular, adalaşmış, yalıtılmış
deneyimlerin kabaca yan yana, üst üste getirilmesi olmaktan çok uzakta, has bir
iletişim, geçişim içinde.
Zamana yayılmalarını izlemek ne zevk! Ta başından
hissedilen uyumları, işleyen kasların ısınması gibi çalıp söyledikçe
derinleşiyor. Su yolunu bulmuş, akıp gidiyor.
İzlenimine sözcük arayan Jeff çıkışta “Neredeyse cinseldi”
dedi. Evet, dedim, benim için de: Tensel.
Ve rüyanın (benzetme değil, sözcük anlamıyla) gerçekleşmesi
gibi.
*
Müzik rüyalarım arasında beni derinden etkileyen (ve
elbette uyanır uyanmaz kayda geçirdiğim) şu ikisi:
“Bakışımda bir
deniz uzanıyor. Üzerinde de denizle çakışık bir orkestra çukuru imgesi, belli
belirsiz. Biraz üzerinden baktığım bütün bir orkestra. Müzisyenler yok ama,
sadece enstrümanlar..
Annem arkamdan sarılmış.
Elleri, parmak uçları yukarı bakacak biçimde diyaframımın üzerinde. Sözlerden çok hisle ‘Başla!’
mesajı iletiyor. Benden istediği, orkestra için doğaçlama yapmam.
Başlıyorum,
başlıyoruz aynı anda. Elleriyle hissettirdiği gibi, nefes almak kadar kolay. Sesleri düşünüyoruz,
oluyorlar. Annemin titreşimlerini sırtımda duyuyorum, benden çok daha güçlü ve
emin ilerliyor. Bense heyecanla ama dipten dibe de eğlenerek yaratıyorum. Bazen
saz grupları birbirlerinin yerini kapıyor, piyano daha bol zaman/alan isterken
yaylıları biraz aceleyle sokuyorum müziğe. Böyle geçişlerde kulağa acemi işi
gibi gelse de annemin sağladığı müzikal ve duygusal fonla genelde bayağı
etraflı, ustalıklı bir senfoni (piyanonun ağırlığına bakılırsa belki konçerto)
andan ana beliriyor.
Çok hoş!”
Diğeri de:
“..Yeni
onarılan kiliseye gidiyoruz. Ortalık tozlu ama gerçekten yepyeni. Simsiyah.
Gözüm orgda (org diyorum ama aslında piyano); herkes çalabilir. Çabuk
davranırsam ben de. (…) Başındayım.
Notaları bulmaya çalışmakla uğraşmayacağım. Hayır. ‘Doku’ çalacağım. Biçim
kaygısı olmadan hissi öyle bir dökeceğim ki onu taşıyanın hangi notalar olduğu
fark etmeyecek.
Etmiyor da.
Parmaklarımdan coşkun bir tartışma dökülüyor. Sürtüşme. Ama öyle bir akış
içinde ki, bu ve yoğunluğu, zenginliği armoninin yerine geçiyor. Sırtımı
döndüklerimin, salonun dikkatini de çektiğimi hissediyorum. Uğultu sürse de
belirli bir kulak veriş.
Bitirmek üzereyken
(tadında bırakmakta yarar var), parmaklarımın bir kısmından kadın sesleri
dökülüyor. Gospel, ağıt karışımı ezgili bir mırıltı (içten içe bunu ılık
domates püresine benzetiyorum). Çalanın gerçekten ben olduğuma inanmayacaklar,
oysa benim. Hepsi. Ellerimi klavyeden kaldırıyorum.”
*
Jeff demin geldi. Ne
yazdığımdan söz ettim. Gözleri parlayarak “Ben de!” dedi. İstanbul
izlenimlerini tek başına gazetecilik dilinden aktarabilmenin yolunu bulamadığını
ama dünkü performans sayesinde taşların şimdi yerli yerine oturduğunu, önünde
kapılar açıldığını anlattı.
Klavyelerimizin başına geçtik.