Evin yan tarafı artık yamaca bakmıyor. Oraya kadar uzanan
arazi, dere yatağını da içine alacak şekilde orman idaresinden “kurtarılmış,”
parsellenip satılmış. Makilik, çamlık toprakta birbiri ardına kızıl çukurlar açılıp
alelusul kiralık evlerle dolduruluyor.
Gözü şu önümüzde iç eriten bir letafetle uzanan Batı
Koyuna kapalı, hızlı paraya açık yapılar.
Herhangi bir kasabada, varoşta da olabilecekler.
Konumuyla etkileşime girmemiş, kopuk, kendiyle başlayıp biten dört duvarlar.
Çalışma saatleri boyunca yerin cennetsi sessizliği küfür
niyetine dikilen orta parmak misali yükselişlerinin gürültüsüyle parçalanıyor.
Ama olan bu.
Peki ben nasıl karşılık verebilirim?
Halama bıyık takmaya çalışmak akla ilk gelen olur.
Görgüsüzlüğe, maruz bırakıldığım çirkinliğe tiz ağıtlar düzüp kendimi tepsiye
yayılan ak pirinç gibi çeri çöpü, taşından ayıklayıvermek. Söylenip sızlandıkça
ilkten şöyle bir rahatlasan da bedelini gücünden olarak ödemek.
Olana ucuz bir refleksin ötesinde bakıp edilgenlikle
azalmadan yaşama gücünden.
Tersine gelen şeylere rağmen değil, onlarla birlikte
yaşama becerinden.
(“Her şeye he mi diyeceğiz yani?” Söylenmekle kalacaksan
tepkini başka bir yaklaşımda eritmek daha iyi değil mi? Yok onunla
kalmayacaksan da nefesini eyleme dökmek? Hem ağlar hem gider şu dokunaklı
halden bir yol çıkmak?)
Bana kalsa farklı olmasını isteyeceğim şeyleriyle de
beslendiğim bu kazanda daha nice renk, uyaran, derinlik var. Neden batan
yanlarıyla sınırlanıp kendimi aciz bir seçkinliğe kapatayım?
*
Bugün yeni inşaatların önünden yürürken kayaların
çatlaklarında bulduğu bir avuç topraktan çıkmış çamlara baktım, baktım.
Ama, keşke bilmeyen dolaysız yaşam gücüne.
Bitkilerden ilham almak çok mu basitleştirici?
Yoksa bütün işi vırvır edip gücü bölen kısır düşünceyi
budayarak kalanı gürleştirmeye mi yönelik?