25 Temmuz 2012 Çarşamba

YAZ YAZILARI -SICAK

Öyle kelimelere dökülmeden, bedenle sorulup karşılığı alınan bir soruyla başladı:

“Hangisi sana daha iyi? Sıcak mı, soğuk mu?”

Terazi hiç askıda kalmadan sıcaktan yana yattı. Kefe havada bir an sarsılmadı bile. Pat diye sıcak tarafına çöktü.

Sıcak ve ana baba bir kardeşi ışık! Bağırtkan, puslu. Gurup ile şafakta kısa sürelerle uygun kuytuluklar (orta incelikte sık yapraklı bitkilerin ya da açık renk şemsiyelerin altı mesela, bambu perdelerin gerisi, güneş tam tepedeyken dar sokakların duvar dipleri) ve bazı rüzgarların (poyraz, karayel) etkisi bir yana, karakteristiği nüanslar değil de gücü olan, vurduğu rengi davul gibi öttüren yaz ışıkları.

Sonra hafiflik. Soğukta kabuğuna kapatılan bedenin kıyafette edep sınırlarının hemen üzerinde elementlere açılması. Ayaklı bir sensor olup ışığı, sıcaklığı duyması. Duyarlığının tere bulanan teni, teri alıp götüren esinti ya da orada bırakan durgunlukla bilenişi. Hoş ile nahoş neredeyse eşitlenirken hissedişin yükselmesi.

Çıplaklığa yaklaştıkça artan temas duygusu.

Temas duygusuyla da birlikte kabuğundan çıkıp etrafınla, seni kuşatan dünyayla bir olma hali.

Yani evet, sıcak!

Yalnızca bedeni değil, sıcak zihni de tekilliğinden, bireyliğinden alıyor. Çömlekçinin bununla ne yapacağını kararlaştırana kadar bir avuçtan ötekine atıp tuttuğu, çarka çalıp az ıslatarak tokatladığı, olabilecek bütün formlara gebe ama henüz hiçbiri olmayan bir topak kil haline getiriyor.

Sınırsız bir ham güç.

*

Bedenin, duyuların tereddütsüz karşılığı buydu. Ama tabii bir de insanın kendi tepkisini bırakıp kalabalığın, en çok işittiğinin peşinden sürüklenme eğilimi var.

Ve verdiği hükümlerin tepkilerini biçimlendirme özelliği. Bir şeye iyi demişsem tahammülüm artar. Surat buruşturduğumdansa bucak bucak kaçarım.

Kalabalığı boş verip sıcağı benim doğrudan nasıl algıladığıma baktıktan sonra yakınmaları seyretmeye koyuldum.

Doğadan klimalı oturma odalarının devamı olmasını bekleyen kopuşu.

Tanrım! Basmakalıp bir değerlendirmeyle adına “konfor” dedikleri o daracık sıcaklık aralığını bağırlarına basmalarını. Sıcaklığı ehlileştirir, kendi ılıklıklarına çevirirken kokularla zengin, ağır, kıvamlı, iğne ucu kadar sivri-nemsiz veya sıkılmamış sünger kadar ıslak doygunluğunu, çürüyemeden güneşte kurumuş ölü eli derisi cansızlığındaki klima havasıyla trampa edişlerini.

Verdiğini almaktansa kendi istediklerini istedikleri tabakta sunmayan (ne cüret!) doğaya ilgisiz bir apartman yöneticisiymiş gibi öfkelenip terslenmelerini.

Ama en çok da, hiç sorgulamadan, ellerine alıp şöyle ışığa tutarak bir evirip çevirmeden aynı teraneyi bütün bir ömür tekrar etmelerini.

Çok sıcak da çok sıcak!

Ee? Yazları sıcak olur.

19 Temmuz 2012 Perşembe

KEITH JARRETT VE HALİÇ

Üç saat öncesinden oradaydım. Bomboş otoparkta inip arabaların yerine park etmiş martılar arasından yürüdüm (ışığı olduğu gibi yansıtan beyaz beton üzerine beyaz kuşlar). Bir esinti aralığında sıcak alabildiğine çöktü. Ama hemen ardından poyraz kaldığı yerden devam etti.

Kordonla birlikte uzanan parktan, rüzgardan feleği şaşmış fıskiyelerin arasından (poyraz yanım sırılsıklam, içim kahkahalar atarak) geçip Haliç kıyısına indim.

Bir bank seçip oturdum. Ayaklarımı korkuluğa, kendimi zamana uzattım. Çantamda kırk kitaplı Kandil’im vardı. Ama yok, sözün hiçbir türlüsünü istemediğimi duyumsayıp bıraktım.

Yüzümü rüzgara verip ışığı burmasını, renkleri koyultmasını seyre daldım. Çamuru ışığa batıp lacivertleşen suya. Pul pul dalgalanışına.

Seyrek trafiğin sesleri, biraz uzaktaki çocuk parkından arada sırada gelen oyun çığlıkları. Rüzgara, akıntıya karşı pata patası yükselen tek tük takalar.

Su yeniden. Bulutlar. Gölgeler uzadıkça şerbetlenen renkler. Altın Boynuz’un altın saati.

Boş bir dünyanın tek gezgini olmanın o dipsiz tadı.

*

Dolmaya başlamış otoparktan geçip konser salonuna girdim. İklimlendirilmiş havayla birlikte kalabalığın uğultusu çarptı. İnsanların, konuşmalarının, gülüşlerin arasında dolandım.

Yerime erken çekildim.

*

Sahneye çıktılar. Alanıma buyur ettim.

Keith Jarrett’ın arkası dinleyiciye dönük oturmasına hiç alınmadım. Ben de öyle yapmadım mı? Anladım. “Bir merhaba bile” dememesini de. Merhaba’nın hasını müzikleriyle demek üzere başladılar.

Gözümün önüne Haliç’in rengarenk evleri gelirken bu ilk doğaçlamanın Jarrett imbiğinden geçme Haliç, İstanbul olduğunu fark edip çalkalandım. Cazın sağında, alaturkanın solunda. Kıvrak ama puslu. Zengin, kıvamlı. Sevinçten evvel ağırbaşlı. Gary Peacock’un bası aksak ritmi vurgular, Jack Dejohnette’in davulu kabaran bir dalga gibi melodiyi örterken evet evet, dedim, hem de ne biçim anlaşılmış, kavranmış İstanbul bu!

Benim için çıkınımda getirdiğimle birleşen büyü burada kaldı. Sonrası elbette virtuoso bir caz şöleniydi. Ama hep birlikte yeniden insanlar alemindeydik.

*

Eş dosttan da konsere giden vardı. Ama bir başıma olmak istedim. Sosyal sosa bulanmış yaşamamak. Çevresini önce zamandan, sonra da zihinden, düşüncelerden yana boşaltıp alanı müziğe açmak.

Telefonum kapalıydı. Başkaca iletişim hatlarım da.

Karşılaştıklarım bir kez daha tuhaf! bulmuş olmalı.

Ama bunda yeni ne var ki?

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/HalicVeKeithJarrett#

16 Temmuz 2012 Pazartesi

NEDEN?

Bir zinciri kırmak mı istiyorsun?

Sürüklendiğin bir akışı kesmek?

Neden diye sor.

Laf olsun diye değil. Kapı arkasında hazır bekleyen bayat cevaplara razı da değil.

Dolu dolu, taze, yanıta kulak kesilen bir “Neden?”

Etrafında algıya açık bir boşluk yaratan bir “Neden?”

Ortasına bin parçaya ayrılan ağır bir kristal gibi düştüğü gürültüyü bir anda sessizleştiren, sinek uçsa duyulacak hale getiren bir “Neden?”

Rutin edip refleks halinde değil.

Olanca farkındalığınla canlanmış, dokunduğunu derin uykusundan uyandıran bir “Neden?”

Sapın samandan, tekrar sıklığını geçerlikle karıştırdığın gerekçelerin sahicilikten ayrıldığını göreceksin.

Kapıldığın çamurlu sel sularının Kızıldeniz gibi ikiye ayrılıverdiğini.

Neden mi?

Kulak ver, işiteceksin.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

KENDİ ŞEHRİNDE TURİST


Şöyle aval aval turist olmayı kendi şehrimde seviyorum.

Gündeliği bıraktığım gibi, şehre konmasıyla kalkması bir olacak kafilelere karışmayı.

Kesişen diller arasında rastgele dolanmayı.

Ağzım onlarla birlikte açık, nereye bakacağını bilemeden renklerden, algılardan, yabancılıktan sarhoş gezintiden ben de nasiplenmeyi.

Basmakalıbın kalıptan çıkıp yenilenmesini.

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/KendiSehrindeTurist#

8 Temmuz 2012 Pazar

DOLDURMA BEYİT

“Çok gülüyorum. Higgs bozonu bulundu ya, haberlerde ‘evren hakkındaki bilgimiz büyük bir hamle yaptı’ türünden şeyler söyleniyor, valla benim bilgimde pek bir değişiklik olmadı! Seinfeld'in spor taraftarları hakkında dediği gibi: ‘Kazandık! diye bağırıyorlar. Yok canım. Onlar kazandı, siz seyrettiniz!’ İnsanlık şöyle akıllı, böyle becerikli filan diye böbürleniyoruz ama 8 milyarın belki milyonda birinin aklından istifade ediyoruz. ”

“Bozon.. Çok haklısın. İnsanat, futbol taraftarı mantığıyla (mantıksızlığıyla) kendine pay çıkarıyor. Öte yandan, bu milyonda/milyarda bir gerçeği doğanın bir denemeyi tutturabilmesi için bol kepçeden müsvedde çıkarma mekanizmasıyla da uyumlu. Biz tek bir spermin eş marifeti ürünleriyiz ama onun bu işi de akıp giden milyonlarcası ile mümkün olmuş. Ya da haplar. Mikroskobik bir iki zerresi yeterli ama bu şekilde hedefe ulaşamayacağından etrafına kendinin kaç katı yastık malzeme dolduruyorlar. Divan şiirinde de var bu: Doldurma beyit. Şiirin özü (aktif maddesi) bir iki dize. Haiku kültürü yabancımız olduğundan lafı uzatabilmek için kalanına gelsin doldurma beyitler.

Yani geri kalan bizler, mantarın yetiştiği kuytu-nemli ortam gibi bir destek hizmeti veriyoruz. Ya da elbise askısı gibi. Öyle bir şeyler. Ama tabii bu, nemli kuytuluğun tutup da ben mantarım! diye böbürlenmesindeki saçmalığı pek ortadan kaldırmıyor.”