26 Şubat 2012 Pazar

MERHABA, TEKRAR MERHABA AFRİKA

Gecenin bir vakti gözümü bir ranzanın alt katında, Afrika’nın da alt ucunda açmak. Kendimi yatağa attığımda üstüme kat kat çökmüş sis tabakası dağılmış, bedenim de toparlanmış, açık bir zihinle eh, şimdi geldim sayılır hissiyle uyanmak.

Gece yarısı seferinde sardalye düzenine daralarak başlayan 13 küsur saatlik uzun bir uçuştu ama saat farkı olmayışıyla hiç değilse uçuş sersemliği yok. Vize gerekmeyişi de insana şöyle elini kolunu sallayarak onatça dolaşma rahatlığı bahşediyor.

Pasaport kontrolü, seyahat belgemden çok sakızıyla ilgilenen siyah memurenin adet yerini bulsun yollu “turist mi?” sorusuyla bitiverdi. Bir hafta önce 40’a dayandığı söylenen, insafa gelip 22 dereceye düşmüş sıcağa, pırıl pırıl gökle bol ışığa çıktım. Kışın ortasıyla aramda bedenimin zemberek gibi kendi üzerine dürüldüğü o uzun uçak oturuşundan başka şey kalmamış, bu açılma ayaklarımı da aklımı da yerden kesti.

Öğle üzeri sırt çantalıların City Bowl denilen merkezi bir yerdeki gözde konaklama yeri Scalabrini’ye gelip çıkınımı dört kişilik odaya attığımda yüzer-gezerdim. Konaklama gelirlerini olduğu gibi hayır işlerine aktaran bu İtalyan misyonunda “İçin rahat etsin” diye karşıladılar, “bitişiğimizde güvenlik şirketi var.” Böyle şeyleri pek dert etmediğimi bilemezlerdi tabii. Yorgunluk ve iklim çarpmasından başka derdim yoktu. Sonra her birine başka renk plastik başlık geçirilmiş altı anahtarlık bir deste vererek kuralları anlattılar. Anahtarların ikisi girişteki ağır ahşap kapınındı. Akşam 7’de kilitleniyordu. Biri onun arkasındaki cam kapının. İkisi asansör ile asansöre açılan odanın. Sonuncusu da odamın.

Peki!

Pazar gününün bomboş sokaklarına kendimi attım. Ya da kendimden kalanı. Bulanık bir algı denizinde semenderin sıyırıp bıraktığı hayalet deri gibi salınan şeyi.

Bakımlı geniş caddeler, genel bir ferahlık hissi oldu algılayabildiğim.

Üzerime bir şey almadan hava değişimiyle serseme dönen bedenimi bir tişörtle sınava soktum. Serseri mayın gibi kısa bir yürüyüşün ardından Company’s Garden’ın girişiyle burun buruna geldim. Krokisinde lokanta görüp daldım. Çok yoğun bir yeşilin koyu gölgelerinde daha da kararan siyahlarla her daim beyazlar ve bu ikisinin karışımı “renkliler” arasına.

Restoranı bulup açıktaki masalarından birine çöktüm. Izgara kingklip söyledim. Geldiğinde, tabağımdaki, üzerine bolca tereyağı sürülmüş Atlantik balığından daha fazla sudan çıkmış olan bendim. Silik, iradesiz bir rüya figürü gibi. Rüzgar estikçe kuruyan terimle ürpere ürpere otururken bu işin sonunun hayra varmayacağını hissediyordum. Hostele dönüp kendimi yatağa attım. Titreyerek kendimden geçip bir iki saat uyudum. Kalkıp gece acıkırsam diye bir bakkal bularak peynir ekmek aldım. Yine yattım, ara ara kısa süreler uyanmak dışında sabaha kadar uyudum.

Bu uyanışlardan birinde aklımda çakan ilk izlenim özeti “uygar vahşilik” oldu! Üzerine herhangi bir izlenim düşemeyecek kadar püre halde olduğunu sandığım algımda yine de bir tane oluşmuş demek, hem de hoşuma giden bir tane. Company’s Garden’ın binbir yeşiline girip de karşıdan gelenlerin arasından geçerken üzerime yağan izlenim.

Siyahlar arasında yönümü kestiremedim ilkten. Beden diline, mimiklerine, okuyamadığım sosyal konum işaretlerine, ama belki de asıl ten renklerine yabancı olduğum onca siyah.. Kestiremediğim başka bir şey de beyaz olarak nasıl görüldüğüm, aşağı yukarı nerede durduğumdu. Nerede durmam gerektiği.

Bir yandan, gidişine heyecanlanıyor musun diye soranlara kendimi kısa bir yoklayışın ardından değişmediğini gördüğüm bir hayır cevabı verişim ve bunun altında yatan esaslı bir rahatlık (bir anda Cape Town’a gitmeye karar verişimden daha doğal bir şey olamazmış gibi). Bir yandan da kendini bir turist olarak bile bir yere yerleştiremeyişin kayganlığı.. Bu beni o rahatlıktan alıkoymadı ama.

Ürküntü, tedirginlik uyandırmadan bedensel-ruhsal silikleşmeme eklendi.

Gecenin bir vakti gözümü açtığımda zihinsel sisle birlikte izlenimin üzerindeki de dağılmış, net bir resim ortaya çıkmıştı:

Uygar bir vahşilik.

Toprağın çılgınca bitekliğiyle haşır neşir bir insan çeşitliliği. Vahşi bir güzellik. Çok güçlü. Ama görünen yüzü sakin, barışçı.

*

Geldiğimde kapalı dükkan, işyerleriyle ortalığa Pazar gününün tenhalığı çökmüştü.

Pazartesi erkenden çıktığım aynı yerler cıvıl cıvıldı. Karşıdan gelen üniformalı okullular (al işte, senin şehrindekilerden zerrece farkları yok, belki biraz daha neşeli olmaları dışında), işine gücüne gidenler, adım başı güvenlik, temizlik çalışanları (hepsi de siyah). Ağzım kulaklarıma vardı.

Tatlı bir rahatlıkları var. Uyuşukluğa varmayan, enerjik oluşlarıyla el ele giden bir rahatlık.

Siyahlarla beyazlar da görünürde, sokaklarda birbirine değmekten kaçınmayan, gocunmayan bir akışla iç içe geçiyor. Apartheid hiç yaşanmamış gibi.

Kentin bu bir buçuk gün içinde bana verdiği duygu limonata oldu. Şekeri kıvamında tatlı, ferahlatıcı.

Adını Cape Lemonade yaptım.


(Arkası yarın)
 
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder