İç-dış havasal koşullar düşünüldüğünde tam zamanında yapılmış bir yolculuğu, kronolojiye aldırmadan tefrika etmeye başlıyorum.
Bloga her gün koyacağım bu notları masanın üzerine saçılmış enstantaneler olarak alabilirsiniz.
Buyrun. Benimdi, artık sizin de.
SIMON’S TOWN’DA YAĞMURLU GÜN
Dokuzuncu gün, dağın başını arada bir alanlar dışında ilk kez bulut gördüm. Hava kapalı, yağdı yağacak gibiydi. Kutsal mağaralar turu için cevap beklediğim rehberden de ses çıkmayınca seni Simon’s Town paklar, koyul yola dedim. Hosteldeki asabi İngiliz kadının geçen hafta öldüm bittim diye anlattığı tren macerasından etkilenen sadece merakım olmuştu. O da giderilmiş olur hem.
2010 dünya kupası için yenilenip parlatılan gar çok şık, modern, elektronik. Biletinizi alıp perona çıktığınız an sahne değişiyor. Ya da dönüyor da arkası görünüyor. Köhne peronlarda eski püskü, kirli trenlerle altı kaval bu faslın. Modernlik esintisi buraya uzanmaktan geri durmuyor ama: Seksi, yatıştırıcı standart anons sesi, sokaklarda hiç işitilmeyen ince dudaklı, tane tane beyaz, çıtır İngilizceyle duyurularını sıralıyor. (“Stellenbosch treni üç dakika geç hareket edecektir. Gecikmeden ötürü sayın yolcularımızdan özür dileriz” türü şeyler. Sanki yolcular sayın, 3 dakika da Afrika zamanında lafını etmeye değer bir uzunlukmuş gibi. Çok hoş.)
Üç beş kişiden başka boş bir vagona atladım. Pislikten saydamlığını yitirmiş camların açık olan ufak kısmından dışarıyı, banliyöleri, küçük ve çok az istisna dışında yüksek duvarlı bahçelerin ardındaki evleri, tepeler, yeşil bitki örtüsünü seyrederek tıngır mıngır gittim. Bir saat sonra yol kıyıya indi, okyanus (Hint) boyunca devam etti. Küçük bir balıkçı kasabası olan Fish Hoek’te indim.
Demiryolunu geçip incecik beyaz kumlu engin kıyıda oturdum. Bulutlar iyice alçalmış ama hava ışıklıydı. Koyun tepelik kolunda yamacı tırmanan renkli evler, tatlı mavi su, kumlarda yarışan siyahlar.. Direğe siyah bayrak çekilmiş: “Köpekbalığı olabilir.” Olabilir tabii, bize soracak değiller ya “Müsaitseniz gelsek?” Balıklı ya da balıksız, 18 dereceyi ancak bulan suya girmek benim için söz konusu değildi. Bu işi gözlerim ve havasıyla doldurduğum ciğerlerim güzelce yaptı.
Sonraki trenle Simon’s Town’a devam ettim. Deniz üssünü de barındıran güzel bir liman. İndiğimde yağmur alabildiğine başlamıştı. Tek şemsiyeli de bendim! Islanmaktan o kadar gocunmaz görünüyorlardı ki ıslanmıyorlardı da sanki. Bu hallerine bir kez daha gıpta ettim.
Kemerler arkasındaki tarihi iki, üç katlı, çoğu ahşap evlerden dönüştürülmüş dükkan, pansiyonların önünden limana indim. Yatların berisinde kurşun renkli kruvazörler demirlemiş, kararan bulutlarla onlar, aradaki ışık geçiren beyazlarla da yelkenliler aşık atmaktaydı. Köşedeki restoranda tıpır tıpır eden kırmızı şemsiye altına oturup gözde balıklarından biri olan hake söyledim ve kalamar ve Castle Lager lütfen.
Dönüş yolunda bilet alırken gişedeki, birinci sınıf mı istediğimi sormuştu da omuz silkmiştim. “Fark etmez.” Boş ve bakımsız bir trenin kaçıncı sınıfında olduğun ne fark eder ki? Ne bilete ne vagona bakmadan atladım. Karşılıklı iki sıra halindeki oturacak yerlerde bayağı yolcu vardı. Hepsi siyah. Tek tük boş yerlerden birine oturdum.
İkinci istasyondan itibaren seyyar satıcılar da girip çıkmaya başladı. Çıtçıt, cüzdan, lolipop, nane şekeri (galiba). Ve tren dolmaya. Çeşitli kabile dilleriyle kulağıma bayram ettirdim. Birbirlerini şahsen tanımasalar da biliyorlar, bir uçtan diğerine laf atıyorlardı. Yanımdaki kadın, ne kadar denesem de yanına bile yaklaşamadığım o çok sert, kuru, patlamalı dili damakta şaklatma sesinin olduğu Xhosa (Koza okunuyor) diliyle karşısındakine hararetle bir şeyler anlatmaktaydı. (Miriam Makeba’nın bu ses üzerine kurulu Click Song’u Youtube’da var.)
O kalktı, yerine Afrikaans dilinde bir aşk romanı açıp sonraki bütün kıyamet boyunca başını bile kaldırmadan içine düşen başka bir kadın oturdu. Kısa kesilmiş tırnakları mavi ojeli, parmaklarından birinin ucu yara bantlıydı. Yan gözle baktım, bayağı anlıyorum. Erkek uzun bir tatilin sonunda kadını hasretle (?) kucaklamış. Ama başı, sonu, ortası belli bu hikayeden çok daha canlısını vagonun dibinde dikilmiş, bağıra çağıra güya yanındakine anlatan biri vardı. Sesinin yükseliş alçalışları, duraklarıyla öykücünün hası olduğu belli biri. Hikaye herkesindi. Kimse de ne bağırıyor bu böyle diye kenara çekilmiyor, doğalca paylaşılan ekmek gibi, doğaçlama eğlenceye katılıyordu (gözü hala aşk romanındaki komşum ile o patırtıda uyuklayabilenler hariç). Bulaşıcıydı. Baktım, ben de neredeyse sesli gülmekteyim.
İstasyondan istasyona kalabalık büyüdü. Önümdeki iki sıra siyah etten duvar pekiştikçe pekişti. Artık ayakta duranların bir yerlere tutunmasına gerek yoktu. Eski tren kulakları sağır edici gıcırtılarla ağır ağır yol alıyor, çöküp kalmayacağının vaadini bir tek cazgırlığından bir şey kaybetmemiş düdüğüyle vererek arada bir insanın içine su serpiyordu. Bu arada nane şekeri ile çıtçıt satıcıları nasıl geliştirdikleri muamma bir beceriyle sıkışıklıktan sarsıntısı bile durmuş kalabalık arasından gidip gelmekteydi. Kirli camların açık köşelerinden girebilen hava bunca ciğere yetmiyor, oluk oluk terliyorduk. Ama ne gam! Ne sabırsızlık hissediliyordu ne kızgınlık. Oradan oraya atılan laflar, kopan kahkahalar, şakalaşma öylece sürdü. Kadın erkek genç yaşlı, vagon dolusu tek bir alan, tek bir beden.
Sonra durduk. Birden. (Hosteldeki asabi kadını hatırladım. “Tren bozulmuş. Tam üç saat bekledik!”) Kendimi tam bir kabul içinde buldum. Endişe, öfke, hiçbirinden eser yoktu. Ne de yüceltme (bu koşullarda o zor olurdu zaten). Mutluluk-mutsuzluktan, uyuşmuşluktan öte bir hal. Engin bir düzlük. Onlara ait değildim ama çıkıntı yapan tek bir yanım da yoktu. Onlarlaydım.
Bir süre sonra tren feci gıcırtılarla yeniden hareket etti. Bir buçuk saatin sonunda gardan önceki son üç istasyonu yine de sayıyordum: Observatory, Salt River, Woodstock (biliyorum çünkü hepsine gittim).
Kalabalıkla birlikte sendeleyerek inip yağmura karıştım. Şemsiye açmadım.
(Hikayeyi anlattığım Cape Townlu arkadaşım Cathy kahkahayı patlattı. “Kutlarım seni. 3. sınıfa binmişin!” Ama değdi, dedim. Dönüşte, iki sokak aşağıdaki Bread, Milk & Honey’de bir “Kızıl Kapuçino” –rooibos ve ballı kapuçino- ile sütlü tart molası toparlanmama yetti. Aslında odağım o kadar başka yerdeydi ki bu molaya kadar toparlanmaya ihtiyaç duyduğumun bile farkında değilmişim.)
(Arkası yarın)
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder