29 Şubat 2012 Çarşamba

SULAR, BATAKLIKLAR, BAĞLAR VE TANRISAL BİR IŞIK GÜNÜ

Cathy, avuntuyu “sanatçı arabası işte!” demekte bulduğu, miadını çoktan doldurmuş Uno’sunun yolu yapabilecek göründüğünü söyledi. Bismillahla çıktık. Table Mountain ve şehre uzaktan bakan Cape Town klişelerinin çekildiği Blaubergstrand’a gittik. Çocukluğunda bomboş olan bu yerler bizdekini aratmayan ama daha az çirkin bir iştahla yapılaşmış. Yolun karşı tarafında tek renk (bej) bloklarla solgun bir yerleşim bitmiş. Atlantik kıyısıysa incecik ak kumdan geniş plajıyla insan ve yapıp ettiklerine aldırmadan uzayıp gidiyor.

Sandaletleri elimize alıp indik. Sıcaklığı tam kararında kumlar tabanlarıma ipek gibi değdi. Atlantik sakin, serin suyu dirilticiydi. Biraz açıktaki batığın önünde dalga bekleyen sörfçüler. Mavi gök ile ona birden bir apostrof atan kırmızı yamaç paraşütü. Yerlilerin duman haberleşmesi misali parça beyaz bulutlar salan Table Mountain.. Su çizgisi boyunca yürüdük yürüdük. Sevinç!

West Coast Ulusal Parkına vurduk sonra. Lagün ve bataklık alanıyla epey çeşit kuşun yaşam, gözlemcilerinin de gözde alanlarındanmış. Tozlu kızıl çalıların aralarına serpiştirilmiş yeşil, sarı, boz lekelerle hareketli bir pastel resim gibiydi. Lagüne uzanan iskeledeki gözlem kulübesine gittik ama vakit öğle olduğundan bir iki martı dışında gelen geçen olmadı.

Hollanda-Cape mimarisiyle lagün kıyısında geniş bir çimenlik bahçenin ortasına kurulu Geelbek (Sarı Gaga) restoranında Güney Afrika mönüsünün başına oturduk. Yanımızdaki okaliptusun dallarını kuşlar, yerli kulübeleri benzeri yuvalarla tören ağacına çevirmiş. Havada asılı bayağı sık bir yerleşim. İki yıldır kuşlara abayı yakmış Cathy, buradakileri tanıttı. Sığırcık iriliğinde sapsarı bir tür. Adı aklıma konduğu gibi uçup gitti. İlgim karides, hake ve kalamarla dolup taşan tabağıma kaydı.

A, kaplumbağa deyip fotograflamak için durduğumuz an yolun karşısından koşa koşa gelip arabanın gölgesine sığınan bir Afrika tosbağası (aşağı yukarı başparmağın ilk boğumu biçiminde), devekuşları, antiloplar yanından (bazen de işte tekerlerin ortasına getirerek üstünden) geçip Langebaan lagünü boyunca ilerledik; tozlu batak alan renklerinin ortasında akıl almaz bir camgöbeği-türkuaz karışımıyla uzanıyor, kıyılarında zemin kayaların kahverengiyle benekleniyordu. Sonuna kadar gidip bir iki katamaran, yat ve yüzer evin demirlediği kıyısına indik.



Duru su neredeyse girilebilir sıcaklıktaydı. Açıktakilerle kıyıdaki tek bir çift dışında kimse de yok. Su çizgisi boyunca ters yönlere, kendi alemlerimize doğru yürümeye koyulduk. İncecik gevşek kum, kımıldamadan durduğunda insanı büzülmüş ağızdan hüpletilen spagetti teli gibi içine çekiyordu. Sadece ayak bileğine kadar tabii. Kabuğu sırtında bir gayret oradan oraya seğirten deniz minareleri, ot rengi ufacık balıkların sürüleri, irili ufaklı yengeçler, ayak hareketlerimin oluşturduğu kabarcıkların dibe vuran yıldız biçimli ışıklı yansımaları.. Tatlı sıcak, ıslak kumun bu çok farklı dokunuşu ve ıssızlıkla birleşince insanı zamandan sıyıran bir mikro alemdi. Öylece epey kaldık.

Okyanus kıyısı mı Darling mi dedi Cathy. Ünlü bir hiciv ustalarının yaşadığı bağlık bir kasabaymış. Darling dedim. İçlere saptık. Yaz akşamüzeri ışığında içimi eriten enginlikte ilerledik. Arazi tatlı (ama yine de “sanatçı arabasını” öksürtüp tıksırtmaya yeter) eğimlerle dalgalanıyordu. Hasadı balyalanmış ekin tarlalarının saman sarısından kahverengine, orada buradaki okaliptus öbeklerinin boz yeşilinden her daim yeşil bir ağaçların koyu tonuna, yama yama renkli.

“İşte sana Afrika. İçlere daldıkça epey bir süre göreceğin manzara bu olur.”

Hayvancılık da vardı. Koyun sürülerinin yanından geçtik. Keçiler ve ineklerin sonra. Derken bağlar başladı. Okyanusa bu kadar yakın olmasına rağmen havanın kuruluğu, toprağın bitekliğiyle şaraplık üzüm için uygun yermiş.

Darling. Bahçe duvarlarının çokça ortadan kalktığı, geniş yolların iki yanında hoş evleri ve bol yeşiliyle Amerikan kasabalarını andırıyor. Şehir yaşamından bıkan Cape Townluların tası tarağı topladığı gibi çekildiği bir yermiş. Sakinleri ağırlıklı olarak beyaz ve renkliler. Bir ucundaki şaraphaneye dışından baktık. Dökme demir kapının ardında bağ içinde beyaz, kolonyal bir yapı. Saat altıya geliyordu, yani hele burada açık kahve bulma umudu olmaksızın dolandık. Üstelik akşamları da açık bir taneyle karşılaşınca piyango çıkmış gibi olduk. Yeni gözdem kızıl kapuçino!

Bir merakı da sokak sanatı olan Cathy, ünlü bir grafiticinin buradaki çalışmalarını gösterdi. Cape Town’u duvar duvar tanımasıyla beni çok şaşırtmıştı. Hangisini kim ne zaman yapmış. Ünü Amerika’yı tutan Faith’i sayesinde öğrendim. (Hava kararırken Woodstock’un gangster bölgesi dediği ıssız, izbe yerlerindeki duvar işlerine arabadan uzaklaşmadan hızlı bir göz atarken.) Darling’de de Falko’yu.

Dönüş yolunda Apartheid’dan kalma bir township (zorunlu yerleşim, döküntü yaşam alanları) yanından geçtik; adı alay gibi Atlantis’in. Sonradan bir dizi iyileştirmeye girişmişler. Yol kıyısındaki kısmı, teneke mahalleden iki gömlek iyi görünüyordu.

Sabahki ilk durağımız Blaubergstrand girişini kaçırdığına neden hayıflandığını anlayamadım. Batmak üzere güneş altında bulutlar ve sisle şekilden şekle giren Table Mountain’daydı gözümle aklım. Göğün solan mavisinde yanından kızara bozara uzanıp giden, fırıncı küreği gibi gayet düzgün bir bulut, izleyemediğim bir hızla yerini dağın eteklerini örten sise bıraktı; dağınkini tamamlayan gri-mavi-mor. Sis yoğunlaştı, dağın ayağı yerden kesildi. “Uçuyor işte! Benimle memleketime gelecek!”

Bir sokak arasından birden kıyıya sapan Cathy’nin “Güneş batışını buyur. Hem de Robben Adası üzerinden” demesiyle başımı çevirdim de adaya teğet kıpkızıl güneşle yüz yüze geldim! Vahşiydi. Kıyıdaki kayaları döverken pus kaldıran dalgalar, sol kolda da şehri örtmüş sisler arasından yükselen dağ. Bir zamanlama büyüsü.


(Arkası yarın)

.

28 Şubat 2012 Salı

EASTERN FOOD BAZAAR

Kaldığım yerde dükkanlarla birlikte kahve, lokantaların da 5 dedin mi kapanmaya başladıklarıyla aynı anda keşfettim burayı. Umutsuzca yürümeye devam ederken dumanlar saçan karanlık ağzıyla karşıma çıktı. İçeri girerken hangisiyle çarpıldım, bilmiyorum. Uğultu, kalabalık, muhtelif yemeklerin iç içe geçip insanın genzinden aşağı çöreklenen kesif kokusu. Upuzun bir tezgah boyunca Malezya, Hint, Pakistan ve Çin mutfaklarından beş altışar çeşide ayrılmış köşeler. Ah! En başta da bizim döner (ama komşudaki Şavarma adı altında)! Yeterince gürültü yokmuş gibi bangır bangır da müzik vardı. Sebzeli kızarmış pilavımı beklerken hummalı bir faaliyetle seri üretimlerini yapan aşçıları seyrettim. Ayrı hareket ettirilen alt parçasıyla belden yukarılarına olmadık bacakların denk getirildiği otobüs yolcuları resimli çikolata kutularındaki gibiydi: Uzak mutfak coğrafyalarının önünde kara Afrikalı şefler.

Birkaç kere daha gittim. El altında ve alternatifsiz olduğundan ama tuhaf bir şekilde çektiği için de. Teni aspirin beyazından kömür karasına her tür insan, hiç işitmediğim diller, yeme biçimleri.

Bu akşamki masa komşularım genç bir Hintli çiftti. Avuçlarıyla dillerini aynı çeviklikle kullanışlarını dikkat çekmemeye çalışarak seyrettim. R’leri –kızgın yağda lokma çevirir gibi- yuvarlayışlarıyla önlerindeki bulamaca daldırdıkları parmaklarını bundan çabucacık topaklar yapacak şekilde yuvarlayışları ne kadar da aynı işin çeşitlemesi gibi görünüyordu. Bugün müzik de Afrika hip-hopu yerine Hint’ti zaten.

Acılı tavuğunkiyle aynı sosa bulanmış görünen şiş kebabım, biçimiyle bile bildiğim şişi andırmıyordu. Parlak bir kırmızı kabuk içinde uzayıp giden bu incecik şeyi dişleri oraya buraya eğilen plastik çatalla zapt etmeye çalışırken tam olarak neye olduğunu kestiremeden güldüm.


(Arkası yarın)

.

27 Şubat 2012 Pazartesi

DAĞ

Adı gibi masa dağ Table Mountain şehrin hakimi. Tarihin, zamanın, gelip geçiciliğin ötesinde yükseldiği yerden bir muhatabı varsa o da okyanus. Sivriliklerden uzak biçimi, yumuşak renkleriyle egemenliğini ortaya sertçe koymuyor. Her yandan, cadde uçları, bina araları, tepelerinden belirişiyle bütün kent görünümlerinin leitmotivi.

Görünümünün mülayimliği, çoraklığına hiç aldanmamak gerek ama. Okyanus ve kıta rüzgarlarına verdiği cevapla bir iklim yapıcı. Çevirdiği hava akımlarının şehir atmosferini tertemiz edişinden ötürü esintisine Cape Doktoru diyorlar. Yazın en sıcağında bile üfürüğüyle nemi dağıtıyor, insanın devam etme gücünü tazeliyor.

Yamacı ve tepesinde hava, aşağılarda, insanlar alemindekinden çokluk farklı. Masmavi Afrika göğünden tanrısal bir elin şöyle bir hareketinden oluşuvermiş görünümlü beyaz bulutları eksik etmiyor.

Uzaktan hiç belli olmayan bitki örtüsünün barındırdığı yaşam alanı, tür çeşitliliğinde dünya mirası sayılan yerler arasına girmiş.

Hayli çetin bir tırmanış size göre değilse masasının üzerine çıkmanın tek yolu teleferik. Döner platformunun çıkış boyunca manzarayı (Cape Town üzerinde hızla yükseliş, körfezin haritalaşan görünümü) herkese eşit biçimde sunduğu bu uzay aracı biçimli vagon, böyle bir korkusu olanların yüreğini ağzına getirebilecek bir açıyla gerilmiş teli üzerinde gidip geliyor. Dağın ne zaman sertleşeceği, gazaba geleceği hiç belli olmadığından çıkıp çıkamayacağınızı ancak yerindeyken biliyorsunuz.

Pilot deyişiyle “semanın açık olduğu” bir gün çıktım ben. Teleferiğin de dahil olduğu birkaç turluk kombine bir kartı önceden aldığımdan uzun bilet kuyruğuna girmem gerekmedi.

Özellikle teleferiğin yükünü boşalttığı yerde çok insan var tabii ama kente, körfeze böyle bir bakış, kalabalığı algıdan bir anda siliyor. Patikalara vurup yürüdükçe türdeşler zaten azalıyor. Şu çiçek bu çalı, dağın arka tarafının kaba dalgalar halinde uzanan yamaçları, Atlantik derken insanın içinde kelimelerin ötesinde derinliklere dokunan karşılaşma, algıyı kendisi dahil insandan uzaklaştırıyor. Yaban bir temas kalıyor geriye.

Madde tüketimsiz bir kafayı buluş.

İlk gördüğüm andan itibaren aldığım duyguyu düşünüyorum. Burada doğmuş, çocukluğumu geçirmiş olsam, varoluş ürküntümü sarılarak avutmaya, gidermeye çalışacağım oyuncak ayı, battaniye gibi şeylere ihtiyaç duymayabilirdim. Yüzeyi uzaklardan oyuncak ayının eprimiş kahverengi kumaşı gibi görünen dağ, verdiği korumakta, kollamakta olduğu hissiyle bana yeterdi.

Hep oradalığıyla hayatın insandan öte yanını hissettirerek bu yaşımda yetti de.



(Arkası yarın)

.

26 Şubat 2012 Pazar

BENİM TATLI MBİRA'M

Green Market’ta dolanırken buldum onu. Tıngırdattığım birçoğu arasında sesi kulağıma yatıverdi. Sokak işi olduğundan akortsuz ve eksik notalı ama tınısı..

Alevli saatleri geride kalıp yatışmış yaz sıcağınınki. Yaygın, kavurmadan gevşeten, uzaktan uzağa hafif kokular taşıyan sıcağın. İçten, yalın. Işıklı da.

Bütün gün dolaştıktan sonra akşamları duştan çıkar çıkmaz elime alıyor, temposu o anıma uyan sesler çıkarıyorum. Üç beş sözcüğünü bildiğim yabancı ama çok da yakın hissedilen bir dille şiirler yazmaya girişmek gibi. İçim eriyor.

Artık yalnız değilim.

Daha doğrusu, bir başınalığımın tatlı bir yankısı var.

(Arkası yarın)

http://www.youtube.com/watch?v=s08pUBy31Vw&feature=related

.

MERHABA, TEKRAR MERHABA AFRİKA

Gecenin bir vakti gözümü bir ranzanın alt katında, Afrika’nın da alt ucunda açmak. Kendimi yatağa attığımda üstüme kat kat çökmüş sis tabakası dağılmış, bedenim de toparlanmış, açık bir zihinle eh, şimdi geldim sayılır hissiyle uyanmak.

Gece yarısı seferinde sardalye düzenine daralarak başlayan 13 küsur saatlik uzun bir uçuştu ama saat farkı olmayışıyla hiç değilse uçuş sersemliği yok. Vize gerekmeyişi de insana şöyle elini kolunu sallayarak onatça dolaşma rahatlığı bahşediyor.

Pasaport kontrolü, seyahat belgemden çok sakızıyla ilgilenen siyah memurenin adet yerini bulsun yollu “turist mi?” sorusuyla bitiverdi. Bir hafta önce 40’a dayandığı söylenen, insafa gelip 22 dereceye düşmüş sıcağa, pırıl pırıl gökle bol ışığa çıktım. Kışın ortasıyla aramda bedenimin zemberek gibi kendi üzerine dürüldüğü o uzun uçak oturuşundan başka şey kalmamış, bu açılma ayaklarımı da aklımı da yerden kesti.

Öğle üzeri sırt çantalıların City Bowl denilen merkezi bir yerdeki gözde konaklama yeri Scalabrini’ye gelip çıkınımı dört kişilik odaya attığımda yüzer-gezerdim. Konaklama gelirlerini olduğu gibi hayır işlerine aktaran bu İtalyan misyonunda “İçin rahat etsin” diye karşıladılar, “bitişiğimizde güvenlik şirketi var.” Böyle şeyleri pek dert etmediğimi bilemezlerdi tabii. Yorgunluk ve iklim çarpmasından başka derdim yoktu. Sonra her birine başka renk plastik başlık geçirilmiş altı anahtarlık bir deste vererek kuralları anlattılar. Anahtarların ikisi girişteki ağır ahşap kapınındı. Akşam 7’de kilitleniyordu. Biri onun arkasındaki cam kapının. İkisi asansör ile asansöre açılan odanın. Sonuncusu da odamın.

Peki!

Pazar gününün bomboş sokaklarına kendimi attım. Ya da kendimden kalanı. Bulanık bir algı denizinde semenderin sıyırıp bıraktığı hayalet deri gibi salınan şeyi.

Bakımlı geniş caddeler, genel bir ferahlık hissi oldu algılayabildiğim.

Üzerime bir şey almadan hava değişimiyle serseme dönen bedenimi bir tişörtle sınava soktum. Serseri mayın gibi kısa bir yürüyüşün ardından Company’s Garden’ın girişiyle burun buruna geldim. Krokisinde lokanta görüp daldım. Çok yoğun bir yeşilin koyu gölgelerinde daha da kararan siyahlarla her daim beyazlar ve bu ikisinin karışımı “renkliler” arasına.

Restoranı bulup açıktaki masalarından birine çöktüm. Izgara kingklip söyledim. Geldiğinde, tabağımdaki, üzerine bolca tereyağı sürülmüş Atlantik balığından daha fazla sudan çıkmış olan bendim. Silik, iradesiz bir rüya figürü gibi. Rüzgar estikçe kuruyan terimle ürpere ürpere otururken bu işin sonunun hayra varmayacağını hissediyordum. Hostele dönüp kendimi yatağa attım. Titreyerek kendimden geçip bir iki saat uyudum. Kalkıp gece acıkırsam diye bir bakkal bularak peynir ekmek aldım. Yine yattım, ara ara kısa süreler uyanmak dışında sabaha kadar uyudum.

Bu uyanışlardan birinde aklımda çakan ilk izlenim özeti “uygar vahşilik” oldu! Üzerine herhangi bir izlenim düşemeyecek kadar püre halde olduğunu sandığım algımda yine de bir tane oluşmuş demek, hem de hoşuma giden bir tane. Company’s Garden’ın binbir yeşiline girip de karşıdan gelenlerin arasından geçerken üzerime yağan izlenim.

Siyahlar arasında yönümü kestiremedim ilkten. Beden diline, mimiklerine, okuyamadığım sosyal konum işaretlerine, ama belki de asıl ten renklerine yabancı olduğum onca siyah.. Kestiremediğim başka bir şey de beyaz olarak nasıl görüldüğüm, aşağı yukarı nerede durduğumdu. Nerede durmam gerektiği.

Bir yandan, gidişine heyecanlanıyor musun diye soranlara kendimi kısa bir yoklayışın ardından değişmediğini gördüğüm bir hayır cevabı verişim ve bunun altında yatan esaslı bir rahatlık (bir anda Cape Town’a gitmeye karar verişimden daha doğal bir şey olamazmış gibi). Bir yandan da kendini bir turist olarak bile bir yere yerleştiremeyişin kayganlığı.. Bu beni o rahatlıktan alıkoymadı ama.

Ürküntü, tedirginlik uyandırmadan bedensel-ruhsal silikleşmeme eklendi.

Gecenin bir vakti gözümü açtığımda zihinsel sisle birlikte izlenimin üzerindeki de dağılmış, net bir resim ortaya çıkmıştı:

Uygar bir vahşilik.

Toprağın çılgınca bitekliğiyle haşır neşir bir insan çeşitliliği. Vahşi bir güzellik. Çok güçlü. Ama görünen yüzü sakin, barışçı.

*

Geldiğimde kapalı dükkan, işyerleriyle ortalığa Pazar gününün tenhalığı çökmüştü.

Pazartesi erkenden çıktığım aynı yerler cıvıl cıvıldı. Karşıdan gelen üniformalı okullular (al işte, senin şehrindekilerden zerrece farkları yok, belki biraz daha neşeli olmaları dışında), işine gücüne gidenler, adım başı güvenlik, temizlik çalışanları (hepsi de siyah). Ağzım kulaklarıma vardı.

Tatlı bir rahatlıkları var. Uyuşukluğa varmayan, enerjik oluşlarıyla el ele giden bir rahatlık.

Siyahlarla beyazlar da görünürde, sokaklarda birbirine değmekten kaçınmayan, gocunmayan bir akışla iç içe geçiyor. Apartheid hiç yaşanmamış gibi.

Kentin bu bir buçuk gün içinde bana verdiği duygu limonata oldu. Şekeri kıvamında tatlı, ferahlatıcı.

Adını Cape Lemonade yaptım.


(Arkası yarın)
 
.

25 Şubat 2012 Cumartesi

CAPE LEMONADE

İç-dış havasal koşullar düşünüldüğünde tam zamanında yapılmış bir yolculuğu, kronolojiye aldırmadan tefrika etmeye başlıyorum.

Bloga her gün koyacağım bu notları masanın üzerine saçılmış enstantaneler olarak alabilirsiniz.

Buyrun. Benimdi, artık sizin de.


SIMON’S TOWN’DA YAĞMURLU GÜN

Dokuzuncu gün, dağın başını arada bir alanlar dışında ilk kez bulut gördüm. Hava kapalı, yağdı yağacak gibiydi. Kutsal mağaralar turu için cevap beklediğim rehberden de ses çıkmayınca seni Simon’s Town paklar, koyul yola dedim. Hosteldeki asabi İngiliz kadının geçen hafta öldüm bittim diye anlattığı tren macerasından etkilenen sadece merakım olmuştu. O da giderilmiş olur hem.

2010 dünya kupası için yenilenip parlatılan gar çok şık, modern, elektronik. Biletinizi alıp perona çıktığınız an sahne değişiyor. Ya da dönüyor da arkası görünüyor. Köhne peronlarda eski püskü, kirli trenlerle altı kaval bu faslın. Modernlik esintisi buraya uzanmaktan geri durmuyor ama: Seksi, yatıştırıcı standart anons sesi, sokaklarda hiç işitilmeyen ince dudaklı, tane tane beyaz, çıtır İngilizceyle duyurularını sıralıyor. (“Stellenbosch treni üç dakika geç hareket edecektir. Gecikmeden ötürü sayın yolcularımızdan özür dileriz” türü şeyler. Sanki yolcular sayın, 3 dakika da Afrika zamanında lafını etmeye değer bir uzunlukmuş gibi. Çok hoş.)

Üç beş kişiden başka boş bir vagona atladım. Pislikten saydamlığını yitirmiş camların açık olan ufak kısmından dışarıyı, banliyöleri, küçük ve çok az istisna dışında yüksek duvarlı bahçelerin ardındaki evleri, tepeler, yeşil bitki örtüsünü seyrederek tıngır mıngır gittim. Bir saat sonra yol kıyıya indi, okyanus (Hint) boyunca devam etti. Küçük bir balıkçı kasabası olan Fish Hoek’te indim.

Demiryolunu geçip incecik beyaz kumlu engin kıyıda oturdum. Bulutlar iyice alçalmış ama hava ışıklıydı. Koyun tepelik kolunda yamacı tırmanan renkli evler, tatlı mavi su, kumlarda yarışan siyahlar.. Direğe siyah bayrak çekilmiş: “Köpekbalığı olabilir.” Olabilir tabii, bize soracak değiller ya “Müsaitseniz gelsek?” Balıklı ya da balıksız, 18 dereceyi ancak bulan suya girmek benim için söz konusu değildi. Bu işi gözlerim ve havasıyla doldurduğum ciğerlerim güzelce yaptı.

Sonraki trenle Simon’s Town’a devam ettim. Deniz üssünü de barındıran güzel bir liman. İndiğimde yağmur alabildiğine başlamıştı. Tek şemsiyeli de bendim! Islanmaktan o kadar gocunmaz görünüyorlardı ki ıslanmıyorlardı da sanki. Bu hallerine bir kez daha gıpta ettim.

Kemerler arkasındaki tarihi iki, üç katlı, çoğu ahşap evlerden dönüştürülmüş dükkan, pansiyonların önünden limana indim. Yatların berisinde kurşun renkli kruvazörler demirlemiş, kararan bulutlarla onlar, aradaki ışık geçiren beyazlarla da yelkenliler aşık atmaktaydı. Köşedeki restoranda tıpır tıpır eden kırmızı şemsiye altına oturup gözde balıklarından biri olan hake söyledim ve kalamar ve Castle Lager lütfen.

Dönüş yolunda bilet alırken gişedeki, birinci sınıf mı istediğimi sormuştu da omuz silkmiştim. “Fark etmez.” Boş ve bakımsız bir trenin kaçıncı sınıfında olduğun ne fark eder ki? Ne bilete ne vagona bakmadan atladım. Karşılıklı iki sıra halindeki oturacak yerlerde bayağı yolcu vardı. Hepsi siyah. Tek tük boş yerlerden birine oturdum.

İkinci istasyondan itibaren seyyar satıcılar da girip çıkmaya başladı. Çıtçıt, cüzdan, lolipop, nane şekeri (galiba). Ve tren dolmaya. Çeşitli kabile dilleriyle kulağıma bayram ettirdim. Birbirlerini şahsen tanımasalar da biliyorlar, bir uçtan diğerine laf atıyorlardı. Yanımdaki kadın, ne kadar denesem de yanına bile yaklaşamadığım o çok sert, kuru, patlamalı dili damakta şaklatma sesinin olduğu Xhosa (Koza okunuyor) diliyle karşısındakine hararetle bir şeyler anlatmaktaydı. (Miriam Makeba’nın bu ses üzerine kurulu Click Song’u Youtube’da var.)

O kalktı, yerine Afrikaans dilinde bir aşk romanı açıp sonraki bütün kıyamet boyunca başını bile kaldırmadan içine düşen başka bir kadın oturdu. Kısa kesilmiş tırnakları mavi ojeli, parmaklarından birinin ucu yara bantlıydı. Yan gözle baktım, bayağı anlıyorum. Erkek uzun bir tatilin sonunda kadını hasretle (?) kucaklamış. Ama başı, sonu, ortası belli bu hikayeden çok daha canlısını vagonun dibinde dikilmiş, bağıra çağıra güya yanındakine anlatan biri vardı. Sesinin yükseliş alçalışları, duraklarıyla öykücünün hası olduğu belli biri. Hikaye herkesindi. Kimse de ne bağırıyor bu böyle diye kenara çekilmiyor, doğalca paylaşılan ekmek gibi, doğaçlama eğlenceye katılıyordu (gözü hala aşk romanındaki komşum ile o patırtıda uyuklayabilenler hariç). Bulaşıcıydı. Baktım, ben de neredeyse sesli gülmekteyim.

İstasyondan istasyona kalabalık büyüdü. Önümdeki iki sıra siyah etten duvar pekiştikçe pekişti. Artık ayakta duranların bir yerlere tutunmasına gerek yoktu. Eski tren kulakları sağır edici gıcırtılarla ağır ağır yol alıyor, çöküp kalmayacağının vaadini bir tek cazgırlığından bir şey kaybetmemiş düdüğüyle vererek arada bir insanın içine su serpiyordu. Bu arada nane şekeri ile çıtçıt satıcıları nasıl geliştirdikleri muamma bir beceriyle sıkışıklıktan sarsıntısı bile durmuş kalabalık arasından gidip gelmekteydi. Kirli camların açık köşelerinden girebilen hava bunca ciğere yetmiyor, oluk oluk terliyorduk. Ama ne gam! Ne sabırsızlık hissediliyordu ne kızgınlık. Oradan oraya atılan laflar, kopan kahkahalar, şakalaşma öylece sürdü. Kadın erkek genç yaşlı, vagon dolusu tek bir alan, tek bir beden.

Sonra durduk. Birden. (Hosteldeki asabi kadını hatırladım. “Tren bozulmuş. Tam üç saat bekledik!”) Kendimi tam bir kabul içinde buldum. Endişe, öfke, hiçbirinden eser yoktu. Ne de yüceltme (bu koşullarda o zor olurdu zaten). Mutluluk-mutsuzluktan, uyuşmuşluktan öte bir hal. Engin bir düzlük. Onlara ait değildim ama çıkıntı yapan tek bir yanım da yoktu. Onlarlaydım.

Bir süre sonra tren feci gıcırtılarla yeniden hareket etti. Bir buçuk saatin sonunda gardan önceki son üç istasyonu yine de sayıyordum: Observatory, Salt River, Woodstock (biliyorum çünkü hepsine gittim).

Kalabalıkla birlikte sendeleyerek inip yağmura karıştım. Şemsiye açmadım.


(Hikayeyi anlattığım Cape Townlu arkadaşım Cathy kahkahayı patlattı. “Kutlarım seni. 3. sınıfa binmişin!” Ama değdi, dedim. Dönüşte, iki sokak aşağıdaki Bread, Milk & Honey’de bir “Kızıl Kapuçino” –rooibos ve ballı kapuçino- ile sütlü tart molası toparlanmama yetti. Aslında odağım o kadar başka yerdeydi ki bu molaya kadar toparlanmaya ihtiyaç duyduğumun bile farkında değilmişim.)

(Arkası yarın)

.

CAPE TOWN

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/CapeTown#

11 Şubat 2012 Cumartesi

YARASANIN KALANI

Partinin ortasında ayılmak gibi bir tatsızlık çöktü önce üzerime.

Başından pek ayrılmadığım ekrandan akan “güncellemelere” çatılan kaşlarla baktım.

Başından ayrılmadığım, çünkü bağımlısı olmuşum.

Yeni ne var? Daha daha ne var? İçeriği boş ver, dişe gelir şeyler iyi tabii ama ondan da önemlisi, akış. Su aksın ki deli de baksın, değil mi?

İlk kez limonlu kek denemiş biri. Alaska’da hava çok soğuk, Avustralya’da acayip sıcak imiş. Sicilya’dakinin canı sıkılıyor, İstanbul’daki, belediyeye yine çok bozuluyormuş, akşamki konseri iple çekmekteymiş başka biri.

Ee? Başka başka?

Sadece anlatmak için yaşanır görünen gündelik hayatların dibi çabuk geldiğinden ateşe sürülecek hazır odun olarak Youtube yetişmiş imdada. Bol şarkı türkü. Gözde yazarların makale linkleri. Karikatürler. Diğer bir dipsiz derya: Alıntılar. Vekaleten gediğe oturtulmuş laflar. Diz altı refleksi protestolar. Saman yığınında birkaç da iğne.

Ama ne çok saman!

Daha dün içinde bayram ettiğim, renkli, canlı bulduğum uzun bir sokaktan, şimdi her kapıdan eteğimden çekmeye bakan bir satıcı fırlamış da aralarından sıyrılmaya çalışarak yürüyormuşum gibiydi.

Ekranı kapadım. Çöken sessizliğe kulak kabarttım. Açılan boşluğu ekran edip ne yaptığımı seyrettim.

*

Bağımlılık, senin ona hizmet ettiğin alışkanlıktır. Yaşamına renk, kıvam katmak üzere başlar. İhtiyacına göre anlam, çerçeve, kaçış sunar. Zamanla ilk ikisi silikleşirken sonuncusu belirginleşmeye başlamışsa bil ki paçayı kaptırdın. Zamanın onundur artık, enerjin, aklın ve fikrin. Nesnesi özneleşir, sana onun nesnesi olmak kalır.

Posalaşırken bütün ürettiğin de posa olur haliyle.

Artık sadece “ben varım-ben buradayım” neşriyatı için yaşanan hayattan ne çıkar ki?

Ekrana yapışmış, gerideki bütün bir hayatı unutmuşken.

*

Ekrana (herhangi biri iş görür; televizyon, sosyal paylaşım siteleri, cep telefonu) yapışmanın uyuşturuculuğu, dikkati binbir parçaya bölmesinden geliyor olmalı. Sel sularına kapılıp gidiş.

Bütün dikkatim orada, ama parça parçalığıyla bu artık “verdiğim” değil, teslim ettiğim bir dikkat. Yekpare ve özgür olduğunda lazer demeti kadar keskin, uyarıcı ve odaklanmışken bu halinde beni baktığıma yapıştıran amansız bir tutkal gibi ve uyuşturucu.

*

İçim böylece tıpası açılmış küvet gibi sığlaşmış, boşalmışken yalnızlık, tek başınalık ilk kez kaçmak, uyuşturmak istediğim şey haline gelmiş. Yaşamak, var olmak ile aramdaki yoğun, besleyici temas, ucuz işgücü piyasalarına devredilmiş, yerini kendi yurdumda yavan bir işsizlik almış gibi. Doğrudan temas, yerini temasta olma yanılsamasına bırakmış.

Geride dokunaklı bir yalnızlık ve bütün o temasta olma yapay hissiyle birlikte derin bir kopukluk kalmış.

Kaçılası yalnızlığı yaratanın, bir noktadan sonra artık yalnızlık gidersin diye dört elle sarıldığım şey olduğunu nasıl görememişim? Neredeymiş aklım? Çin usulü börek tarifinde mi, Litvanya'daki kaldırım sanatı videosu, yoksa kediler aleminden neşeli karelerde mi?

Facebook’tayım, o halde varım!

Facebook’tayım ama artık yokum.

*

Aynadakinden ibaret kaldığında mevcudiyetinin başkalarınca teyidi, kaçınılmazca narsisist bir hal alan bağımlılığa dönüşüyor. Giderilmediğinde kaygı, panik yaratan bir bağımlılık. Varlığının onayı, gözlerini ayıramadığın aynanın keyfine kalmış.

*

Kardeşim, sineğin üzerine abartısızca etkili tek bir vuruşla inen sineklik benzeri o farazi sorularından birini sormuştu:

“Alın, size dünyanın istediğiniz yerine bilet. Tek koşul: Orada burada anlatmayacak, fotograflarını yayımlamayacaksınız, denilse gidecek kaç kişi çıkar?”

*

Gidiyorum. Kışın ortasında yarıküre, mevsim, hal değiştirmeye. Gecenin bir vakti Ekvatorun öteki tarafına geçiyor olacağım.

Ama belki de şimdiden geçiyorumdur.

9 Şubat 2012 Perşembe

YARI YARASA

Attığımız çeşitli tizlikte çığlıklarla, yolunu bunların yankısıyla bulmaya çalışan yarasalar gibiyiz.

Sinyalleri almaktan çok vermeye meyledişimizle yarı yarıya ama.

Öğle yemeğinde ne yedik, Rumi bu işe ne demiş –ya da Einstein, Paul Auster, şu sure bu Bâb, o yazar beriki kitap. Adımıza konuşturduğumuz, duygularımızın, düşündüklerimizin tercümanları (yerimize düşünüp duyanlar). Klişeler. Beğenilere sunulan fotograflar. Yangına körükle giden dipsiz kuyu Youtube (Çinli akrobatlar, aşık atışmaları, Prokofyef’ten Beatles’a, cazdan blues’a müziklerce müzik). Siyasi iç dökmeler. Yağıp gürlemeler. İçin için inlemeler. Yenilikler yenilikler.

Fişim kendimden kopuk-buna tam takık olduğunda bidonumu boşaltmaktan benim de hiç geri durmadığım bir coşkun ırmak.

Sesimi esirgemediğim avaz avaz gevezelik.

Duyun beni, yankılayın ki bileyim hala buralarda bir yerlerde olduğumu. Benim gibiler de olduğunu. Çığlığım, yoklaya yoklaya ilerlediğim dar bir geçit duvarı kadar somutlaşsın, elle değilse de hisle tutulur hale gelsin. Dolsun boşluk. Arkaya bakmadan kaçılan, kaçıldıkça gölgesi büyüyüp azmanlaşan yatışsın. Uyuşsun o iç ezikliği.

Yara-sa bari.

*

Fişim yarı çekik, sanal sosyal paylaşım alemi durduğum yerden öyle görünüyor.