https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/YeldegirmeniVd?authkey=Gv1sRgCJ66kv6I-8_egQE#
31 Mart 2011 Perşembe
30 Mart 2011 Çarşamba
ANLAM DEDİĞİN
"Şanslı sayınızı haykırın, düşen bir yaprak için ağlayın, görünmeyen bir jest yapın, başınızı at gibi sallayın, ayağa kalkıp kendi etrafınızda üç kez dönün, nedensiz gülün, burnunuzun ucuna bir şaplak atın, tırnağınızı kaşıyın, adınızın şarkısını söyleyin, ayakkabınızla oynayın, kendinizi bir sandalyeye tanıtın, bir kitabı öpün, meleğin tekine bir mektup yazın, kendinize kart yollayın, tek bir damla limonata için, hiç tırmanmadığınız bir merdiven arayın, ampulünüzü önceden denemediğiniz başka bir taneyle değiştirin, evinizin termostat ayarıyla oynayın, sevdiğinizi bir köpek kayışıyla şaşırtın, boş bir şişeye tıpa takın, arabanızın kaputu üzerine çöp dökün, derin dondurucuya çizgi roman koyun, bir müzisyenin doğum gününü kutlayın, ilginç bir hale gelene dek can sıkıntısı sözü üzerine düşünmeye çalışın, hiçbir zaman yapmayacağınız listelerin listesini yapın, gidip yalnızlık çekermiş gibi duran bir şey satın alın ve ona bir yuva verin, çim biçme makinesine dua edin, bir köpek için yerlerde yuvarlanın, görünmeyen bir periyle el sıkışın, parmaklarınızdan birine kanat takın, televizyon ekranınıza yara bandı yapıştırın, telefon rehberinizle konuşun, daha az açık olmak için ant için, bir çekmece açıp içinde başka bir şey olduğunu hayal edin, bir kapı açıp Tanrıyı buyur edin, fırınınızın kapağını açıp şeytanla vedalaşın, ateş yakıp su için yakarmasını isteyin, küçük ayak parmağınızı vaftiz edip günahlarınızı bağışlamasını dileyin, tesadüfi bir tesadüfi hareket yapın, yumuşamasına yardımcı olmak üzere nefret kelimesini sevme alıştırması yapın, bir kayayı ehlileştirin, kurşunkaleminizi yürüyüşe çıkarın, en sevdiğiniz kitabı sinemaya götürün, lokantaya girip dört yumurta ile dört de çatal isteyin, fotografınızın üzerine yumurta kırın, algılama amacıyla istekte bulunun, yarım portakal, yarım elma soyun, göğü gösteren bir işaret levhası yapın, bir mezar taşına teşekkür notu yazın, bara gidip bir bardak hava için, başınızı yukarı kaldırıp doğru yola indirilmeyi rica edin, aşağı bakıp yukarıdaki için teşekkür edin, iki sorudan birine evet karşılığı verin, her tuhaf soruyu kutlayın, evcil hayvanınızın her uyanışında ellerinizi çırpın, sokak kapısından içeri 'Ev gibisi yok' diyerek üç kez girin."
.
28 Mart 2011 Pazartesi
KUYUNUN DİBİNDEKİ
İki büklüm bedeni küçücük kalmış ihtiyar, cam kapıyı zorlanarak itti, içeri girdi, tereddütle sağına soluna bakıp yanlış mı geldim, fotoğrafçı arıyorum ben, dedi. Sahibin buyur etmesiyle tezgahta soluklandı. “Fotoğraf çektireceğim!” Sahibin fotografı çekilecek bir şey göremediğini hissettiren “Sen mi teyze?” sorusunu duymadı. Cebinden bir tomar yıpranmış kağıt, onlar arasından da üç fotograf bulup çıkardı. İki çocuğun kartpostal büyüklüğünde renkli boy resmiyle iki de yarım kibrit kutusu küçüklüğünde çok eski, biri siyah-beyaz, diğeri kahverengi vesikalık.
“Bunları çek bana!”
Sahip, işitmesi de görüşü kadar köreldiği belli teyzeye meramını nasıl anlatacağını pek de kestiremeden bu işin neden olamayacağını sıralamaya koyuldu. Bari çözünürlük lafını etmesen diye geçirdim içimden. Etmedi ama yine de iki dünya arasındaki geniş uçuruma yuvarlandı gitti açıklaması.
“Bunları istiyorum. Bak, şunlar torunlarım, şunlar da.. Güzel çıksın!”
Sahip benim işimi tamamlamak için arkasını döndüğünde ben de onun açıklamasını tamamlamaya çalıştım. Belki dışarıdan birinin teyidi daha anlaşılır, kabul edilir kılardı.
“Ne güzellermiş. Fotografları eskimiş ama, büyütüldü mü bulanık olur, çirkinleşir.”
Onca kırışık arasından bir gülümseme yayıldı yüzüne, onca yaş da silindi gitti.
Sonra, ona dönen karayağız genç sahibe, “Ama bak” dedi, ancak bisiklete binmek kadar unutulabilecek eski, çok eski bir beceriyle. “Her şey hazır, sandıklar yapıldı bile. Fotoğraf iyi olursa belki ben de giderim, belli mi olur?!”
Gözlerini görmedim ama pırıltısı gencecik flört ediveren sesindeydi.
*
Kurudu dediğin dalın bir yerinde patlayan tomurcuk.
Küllendi sandığın ateşin bir yerlerde kalmış kıvılcımla yeniden harlanması.
Beden ile zihin nasıl olursa olsun, boş bildiğin kuyunun diplerinden yüzeye terleyecek bir avuç su her daim mevcut.
Çıkmamış canın sönmemiş odu.
.
“Bunları çek bana!”
Sahip, işitmesi de görüşü kadar köreldiği belli teyzeye meramını nasıl anlatacağını pek de kestiremeden bu işin neden olamayacağını sıralamaya koyuldu. Bari çözünürlük lafını etmesen diye geçirdim içimden. Etmedi ama yine de iki dünya arasındaki geniş uçuruma yuvarlandı gitti açıklaması.
“Bunları istiyorum. Bak, şunlar torunlarım, şunlar da.. Güzel çıksın!”
Sahip benim işimi tamamlamak için arkasını döndüğünde ben de onun açıklamasını tamamlamaya çalıştım. Belki dışarıdan birinin teyidi daha anlaşılır, kabul edilir kılardı.
“Ne güzellermiş. Fotografları eskimiş ama, büyütüldü mü bulanık olur, çirkinleşir.”
Onca kırışık arasından bir gülümseme yayıldı yüzüne, onca yaş da silindi gitti.
Sonra, ona dönen karayağız genç sahibe, “Ama bak” dedi, ancak bisiklete binmek kadar unutulabilecek eski, çok eski bir beceriyle. “Her şey hazır, sandıklar yapıldı bile. Fotoğraf iyi olursa belki ben de giderim, belli mi olur?!”
Gözlerini görmedim ama pırıltısı gencecik flört ediveren sesindeydi.
*
Kurudu dediğin dalın bir yerinde patlayan tomurcuk.
Küllendi sandığın ateşin bir yerlerde kalmış kıvılcımla yeniden harlanması.
Beden ile zihin nasıl olursa olsun, boş bildiğin kuyunun diplerinden yüzeye terleyecek bir avuç su her daim mevcut.
Çıkmamış canın sönmemiş odu.
.
27 Mart 2011 Pazar
GUDRUN
Eski bir oyunu bıraktığım yerden aldım, alt kişiliklerime isim vermeye koyuldum yeniden.
Kendinizi macunumsu, amorf bir kütle olarak hissetmenize hatırı sayılır bir değişiklik getirebiliyor bu. Güdüleri, ifadeleri, sahneye giriş çıkışları birbirinden farklı yanlarınızı belirginleştiriyor. Görüşünüzü. Sahnedeki senaryosuzluktan bir adım geriye, seyirci koltuğuna çekilip harala gürele sürüp giden oyunu oradan izleyen rejisörün bakışını getiriyor. Orada, yarı karanlıktaki rejisör koltuğunda birinin oturduğunu bilmek sahnedeki umutsuz sürüklenişe bir anlayış, yön, dolayısıyla taze bir heyecan veriyor ki insan kendini macunumsu, amorf bir kütle olarak hissettiğinde sıfırı tüketen de tam bu heyecan. Varoluş heyecanı.
Eğlence olarak başladı. Dışarıda ve iç komşularında kıyamet kopsa programını programlandığı vakitte yine de yerine getiren safi disiplin yanıma, çağrıştırdığı klişe Almanlığa dayanarak Gudrun dedim. Ayrıksı, künt, demode bir isim. Uyar. Sonra başladım onu giydirmeye. Lobut baldırlarını kalın kalın saran yarı saydam naylon çoraplar, yerden en fazla dört santim yükselen kare topuklu can sıkıcı kundura, kahverengiye dönme konusunda kararsız çağlamsı yeşil organze tayyör. Kararlı ama donuk bakışlar. Üzerinizdeki gücünü sivrilikten çok ağırlıkla kullanan taviz vermez bir otorite.
Rabıtaları kanırta gacırdata okkalı adımlarıyla içeri girdiğinde o anda içimde kimler ne yapıyorsa sessizleşip usulca geri çekilerek sahneyi ona bırakıyor. Elbette ışıkçı da ondan yana; tek bir çiğ beyaz huzme ile geri kalan her şeyi karartıp onu aydınlatıyor.
Artık ne gündüz düşçüsü var ne bambaşka bir konuya dalmış gitmiş meraklı ne de aylak.
Gözümde onun taktığı (onun ta kendisi olan) meşin at gözlükleri, başımı “yapmamız gereken!” yoluna çeviriyor, sırtımda şaklayan kamçısıyla tempomu kısa zamanda adetadan tırısa, oradan da dörtnala yükseltiyorum.
Boyun eğmemek için o ana dek elinden geleni yapan ben değilmişim gibi huzur duyuyorum bundan üstelik: Akacak derin bir yatak bularak çarçur edilmekten kurtulan enerji/zamanım ile tatmin.
Ama bunlar da umurunda görünmüyor onun. Böyle ufak tefek kişisel mütalaalar değil gözettiği; ilkenin kendisi!
İşin varsa oturur yaparsın ve o kadar!
buyuruyor kelimeleri kuru dallar gibi çatırdatan vurgusuyla Gudrun!
Tanrı yine de eksik etmesin onu sırtımdan.
.
Kendinizi macunumsu, amorf bir kütle olarak hissetmenize hatırı sayılır bir değişiklik getirebiliyor bu. Güdüleri, ifadeleri, sahneye giriş çıkışları birbirinden farklı yanlarınızı belirginleştiriyor. Görüşünüzü. Sahnedeki senaryosuzluktan bir adım geriye, seyirci koltuğuna çekilip harala gürele sürüp giden oyunu oradan izleyen rejisörün bakışını getiriyor. Orada, yarı karanlıktaki rejisör koltuğunda birinin oturduğunu bilmek sahnedeki umutsuz sürüklenişe bir anlayış, yön, dolayısıyla taze bir heyecan veriyor ki insan kendini macunumsu, amorf bir kütle olarak hissettiğinde sıfırı tüketen de tam bu heyecan. Varoluş heyecanı.
Eğlence olarak başladı. Dışarıda ve iç komşularında kıyamet kopsa programını programlandığı vakitte yine de yerine getiren safi disiplin yanıma, çağrıştırdığı klişe Almanlığa dayanarak Gudrun dedim. Ayrıksı, künt, demode bir isim. Uyar. Sonra başladım onu giydirmeye. Lobut baldırlarını kalın kalın saran yarı saydam naylon çoraplar, yerden en fazla dört santim yükselen kare topuklu can sıkıcı kundura, kahverengiye dönme konusunda kararsız çağlamsı yeşil organze tayyör. Kararlı ama donuk bakışlar. Üzerinizdeki gücünü sivrilikten çok ağırlıkla kullanan taviz vermez bir otorite.
Rabıtaları kanırta gacırdata okkalı adımlarıyla içeri girdiğinde o anda içimde kimler ne yapıyorsa sessizleşip usulca geri çekilerek sahneyi ona bırakıyor. Elbette ışıkçı da ondan yana; tek bir çiğ beyaz huzme ile geri kalan her şeyi karartıp onu aydınlatıyor.
Artık ne gündüz düşçüsü var ne bambaşka bir konuya dalmış gitmiş meraklı ne de aylak.
Gözümde onun taktığı (onun ta kendisi olan) meşin at gözlükleri, başımı “yapmamız gereken!” yoluna çeviriyor, sırtımda şaklayan kamçısıyla tempomu kısa zamanda adetadan tırısa, oradan da dörtnala yükseltiyorum.
Boyun eğmemek için o ana dek elinden geleni yapan ben değilmişim gibi huzur duyuyorum bundan üstelik: Akacak derin bir yatak bularak çarçur edilmekten kurtulan enerji/zamanım ile tatmin.
Ama bunlar da umurunda görünmüyor onun. Böyle ufak tefek kişisel mütalaalar değil gözettiği; ilkenin kendisi!
İşin varsa oturur yaparsın ve o kadar!
buyuruyor kelimeleri kuru dallar gibi çatırdatan vurgusuyla Gudrun!
Tanrı yine de eksik etmesin onu sırtımdan.
.
9 Mart 2011 Çarşamba
OL!
Patlamalar halinde esiyor rüzgar.
Ortalık süt limanken kopuyor, birkaç saniyede masa iskemle uçuracak şiddete tırmanıyor, sonra geldiği gibi diniyor.
Yeknesak gidişe serpilen bu güçlü-geçici anları, iri, beyaz bir ineğin siyah beneklerle bezenmesine benzetiyorum.
Kuvvetle savrularak kendimi dar attığım konser salonunda Beethoven’un Üçlü Konçertosu da dün rüzgarla aynı şeyi fısıldadı-gümbürdedi kulağıma:
Ol!
Bırak tutarlık peşinde koşmayı, geçişleri yumuşatmayı, her şeyi hiçbir şey olmayan bir fonla “uyumlu” hale getirmeye çalışmayı. Tanımlara göre yaşamayı.
Şartsa tanım, tersi olsun; önce yaşa.
Es!
Ürkme ani kopuşlardan. Hangi noktaya ne şiddetle tırmanacaksan tırman.
Kaçırma sırtına atladığın gibi nereye götürecekse gideceğin esintileri.
Soyun kelimelerden, kavramlardan, burnuna herkesten önce insanın kendinin dayadığı hazır reçetelerin hükümlerinden.
Hayvani bir doğrudanlıkla hisset.
Martı rüzgarı nasıl hissederse öyle.
Yaşam gücü orada bir yerde çünkü.
Dili ayakkabı gibi çıkarıp bıraktığın eşiğin öte tarafında.
Geç!
.
Ortalık süt limanken kopuyor, birkaç saniyede masa iskemle uçuracak şiddete tırmanıyor, sonra geldiği gibi diniyor.
Yeknesak gidişe serpilen bu güçlü-geçici anları, iri, beyaz bir ineğin siyah beneklerle bezenmesine benzetiyorum.
Kuvvetle savrularak kendimi dar attığım konser salonunda Beethoven’un Üçlü Konçertosu da dün rüzgarla aynı şeyi fısıldadı-gümbürdedi kulağıma:
Ol!
Bırak tutarlık peşinde koşmayı, geçişleri yumuşatmayı, her şeyi hiçbir şey olmayan bir fonla “uyumlu” hale getirmeye çalışmayı. Tanımlara göre yaşamayı.
Şartsa tanım, tersi olsun; önce yaşa.
Es!
Ürkme ani kopuşlardan. Hangi noktaya ne şiddetle tırmanacaksan tırman.
Kaçırma sırtına atladığın gibi nereye götürecekse gideceğin esintileri.
Soyun kelimelerden, kavramlardan, burnuna herkesten önce insanın kendinin dayadığı hazır reçetelerin hükümlerinden.
Hayvani bir doğrudanlıkla hisset.
Martı rüzgarı nasıl hissederse öyle.
Yaşam gücü orada bir yerde çünkü.
Dili ayakkabı gibi çıkarıp bıraktığın eşiğin öte tarafında.
Geç!
.
6 Mart 2011 Pazar
ÇANAK İLE IRMAK
Irmaktan eve suyun taşındığı çanak gibi sözcükler, dil.
Araç olmaktan çıkıp otorite haline geldiğinde kaynak unutuluyor.
Sayesinde suyun –bilincin- taşındığı hayat da kuraklaşıyor.
Araç olmaktan çıkıp otorite haline geldiğinde kaynak unutuluyor.
Sayesinde suyun –bilincin- taşındığı hayat da kuraklaşıyor.
1 Mart 2011 Salı
TUTKU
Bir çeşidiyle bağımlılık, tutkunun arka yüzü sayılmaz mı?
Atılımının bir anında yoluna çıkan ilk münasip (ama münasebetsiz!) şeye dört elle sarıldığı gibi orada duran tutku.
Ateşleyiciliği, ateşlenmişliği ilerleme yerine tekrara akan, akıp gideceğine daireler çizerek kendi zeminini oyan tutku.
Bir çeşidiyle bağımlık, tutkunun fişek olmaktan çıkıp başka kökdeşlerine dönüşmesi:
Tut-sak, tut-kal, tutuk.
Atılımının bir anında yoluna çıkan ilk münasip (ama münasebetsiz!) şeye dört elle sarıldığı gibi orada duran tutku.
Ateşleyiciliği, ateşlenmişliği ilerleme yerine tekrara akan, akıp gideceğine daireler çizerek kendi zeminini oyan tutku.
Bir çeşidiyle bağımlık, tutkunun fişek olmaktan çıkıp başka kökdeşlerine dönüşmesi:
Tut-sak, tut-kal, tutuk.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)