Get the Picture’da (önceki yazı) Bianca Bosker sanatın ne anlama geldiği sorusuna yanıtı bir de Guggenheim müzesinde arıyor. Orada galeri bekçisi olarak işe giriyor. 45’er dakikalık dönüşümlü vardiyalarında en zoru, kendisine soru sorulmadıkça ağzını açmadan ayakta dikilmek değil. İşin iç kurutucu sıkıcılığı! Zaman, bilek ağırlığı gibi dibe çöktürüyor, geçmek bilmiyor.
Çok geçmeden kurtuluşu hareket edemiyorsa zihnini hareket
ettirmede buluyor.
Daha önce bir galericiden aldığı değerli bir tüyo var:
Hiçbir açıklama okumadan esere kendi gözünle bak
ve ona çarpan, yakalayan 5 şey söyle. Bunların sofistike filan olmasına gerek
yok. Senin baktığın nesne ile dolaysız ilişkinde öne çıkan 5 şey. Doku, bir
rengin/biçimin baskınlığı, bir ayrıntı, his..
Dikildiği yerden (galerinin boş olduğu aralıklarda yanına
da giderek, yaklaşa-uzaklaşa, 3 boyutluysa etrafında döne) seçtiği tek bir
objeye odaklanıyor. Saatler, günler boyu algısını onda derinleşmeye bırakıyor.
Aslında bakışı demliyor.
Zamanla ilişkisi, onu kaçılacak, öldürülecek bir şey
olmaktan çıkardığı an değişiyor; zaman bir sabır konusu olmaktan çıkıp insanı
usul usul pişiren, olgunlaştıran maltız ateşine dönüşüyor.
Ona bir kapı açmasıyla gözünün at oynatmaya başladığı
alanlar çok heyecan verici, sürükleyici. Doyurucu.
Zaman bırak geçmek bilmemeyi, yetmez oluyor.
Seçtiği obje benim de çok sevdiğim Brancusi’nin bir
heykeli. Aman allah! Guggenheim’ın bir anı diğerini tutmayan doğal aydınlatması
ve değişkenlikte ondan geri kalmayan kendi fiziksel, ruhsal ve zihinsel halleri
içinde biçimden biçime giren heykel anlattıkça anlatıyor, anlattıkça açılıyor.
İşte böyle bir bakışın daha önce verilmiş adı Yavaş Bakış
(slow gaze) imiş.
Instagram ve benzerlerinin şebeleğe çevirdiği bakışı kendine
getirecek şey.
Saatler, günler sürmesine de gerek yok, hakkı verilen bir
5 dakika yeter diyor.
*
Bakış engin konu. Bazen şimşek hızında komprime oluyor.
Bir an, nasıl çerçeveleneceğiyle filan hazır yemek gibi önünde belirip seni
müthiş bir aciliyet duygusu ve cazibeyle içine çektiğinde olduğu gibi: “Beni
çek!” Bu tuhaf cezboluşun nereden geldiğini hayal meyal sezebiliyorsun.
İçinden yükselen buyruğun gereği olan fotoğrafı ne zaman
önüne koyuyorsun, o vakit, ecza banyosundaki analog bir atası gibi usul usul
netleşmeye başlıyor.
Kendi Brancusi’n oluyor, içinde kim bilir neler neleri
önüne katmış, sivri bir istek olup seni dürten avını baka baka çözmeye
koyuluyorsun.
Biçimsel ve anlatı olarak neler görüyorsunuz?