Babylon’un taş duvarlı sahnesi.
Piyano, davul, kontrbas. Amplifikatörler. Mikrofonlar. İnceli
kalınlı, kangalından sıyrılıp sahneden taşan, sandalyeleri duvar kenarlarına
yığılmış salona uzanan kablolar. Sahnenin siyah örtüsü kaldırılmış yükseltisi
altında, ortalıkta irili ufaklı, içleri tıklım tıklım esrarengiz alet dolu tekerlekli
sandıklar.
Ortalıkta koşuşturan ses teknisyenleri, bir kulağını
açıkta bırakan kulaklığıyla ses mühendisi (ses mühendisi!). Yukarıdan sahneye
bağırılan anlaşılmaz komutlar. Öyle deneme, bir de böyle deneme.
Eli kucağındaki tepeleme şeker dolu kavanozda bir çocuk
gibiyim. Seyre, uyandırdığı duygulara iyice kaptırmışken Patricia piyanonun
başından sesleniyor:
“Tanrı aşkına, bu işin nesini seviyorsun?!”
Yaşadığımı bırakıp açıklamasına geçmek ne külfet.
Seviyorum işte deyip seyrime dönüyorum.
Piyanonun çıkarılmış kapağı yanımdan geçiyor, sahne
altından yeni bir davul parçası çıkarttıran Jon, elindeki kelebek anahtar
benzeri şeylerle davullarını akort ediyor. Enstrümanlar birbirlerine göre
konumlandırılırken piyanonun içine daha da mikrofonlar yerleştiriliyor.
Ses teknisyenlerinin soluk almaya vakit bulanları
dışarıdan dürüm söylüyor. Işıklandırmanın da kısa bir provası aradan çıkıyor.
Sahnenin taş duvarı cehennem kızılına, sarı-beyaza bulanırken davul, bas ya da
piyanonun başına geçen müzisyenlerden dolu dolu cümleler yükseliyor, birleşecek,
akacak gibi olup hemen ardından kesiliyor, yerlerini yeni ayar komutlarına
bırakıyor. Duvarın taşları bir kez daha renk değiştirirken altın madeni gibi
diye geçiyor içimden; bunca karmaşa, toz toprak arasından yükselen pırıl
sesler. Araları açık, kesintili. Ama hepsi aynı madenden gelme değil mi?
Sesler, mühendislikleri, işçilikleri..
Bu işte ne bulduğumun yanıtı buralarda bir yerde
olmalı. Hammadde ile mamul maddenin iç içeliğinde. Ayıklanmamış bütünde saklı
olan şeylerde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder