16 Mart 2015 Pazartesi

TANRI AŞKINA BU İŞİN NESİNİ SEVİYORSUN?

Babylon’un taş duvarlı sahnesi.

Piyano, davul, kontrbas. Amplifikatörler. Mikrofonlar. İnceli kalınlı, kangalından sıyrılıp sahneden taşan, sandalyeleri duvar kenarlarına yığılmış salona uzanan kablolar. Sahnenin siyah örtüsü kaldırılmış yükseltisi altında, ortalıkta irili ufaklı, içleri tıklım tıklım esrarengiz alet dolu tekerlekli sandıklar.




Ortalıkta koşuşturan ses teknisyenleri, bir kulağını açıkta bırakan kulaklığıyla ses mühendisi (ses mühendisi!). Yukarıdan sahneye bağırılan anlaşılmaz komutlar. Öyle deneme, bir de böyle deneme.

Eli kucağındaki tepeleme şeker dolu kavanozda bir çocuk gibiyim. Seyre, uyandırdığı duygulara iyice kaptırmışken Patricia piyanonun başından sesleniyor:

“Tanrı aşkına, bu işin nesini seviyorsun?!”

Yaşadığımı bırakıp açıklamasına geçmek ne külfet.

Seviyorum işte deyip seyrime dönüyorum.

Piyanonun çıkarılmış kapağı yanımdan geçiyor, sahne altından yeni bir davul parçası çıkarttıran Jon, elindeki kelebek anahtar benzeri şeylerle davullarını akort ediyor. Enstrümanlar birbirlerine göre konumlandırılırken piyanonun içine daha da mikrofonlar yerleştiriliyor.




Ses teknisyenlerinin soluk almaya vakit bulanları dışarıdan dürüm söylüyor. Işıklandırmanın da kısa bir provası aradan çıkıyor. Sahnenin taş duvarı cehennem kızılına, sarı-beyaza bulanırken davul, bas ya da piyanonun başına geçen müzisyenlerden dolu dolu cümleler yükseliyor, birleşecek, akacak gibi olup hemen ardından kesiliyor, yerlerini yeni ayar komutlarına bırakıyor. Duvarın taşları bir kez daha renk değiştirirken altın madeni gibi diye geçiyor içimden; bunca karmaşa, toz toprak arasından yükselen pırıl sesler. Araları açık, kesintili. Ama hepsi aynı madenden gelme değil mi? Sesler, mühendislikleri, işçilikleri..

Bu işte ne bulduğumun yanıtı buralarda bir yerde olmalı. Hammadde ile mamul maddenin iç içeliğinde. Ayıklanmamış bütünde saklı olan şeylerde.