17 Eylül 2012 Pazartesi

SUDA -III

Sakin bir kulaç. Sakin bir kulaç daha. İnsanlar geride kaldıkça deniz herhangi bir insan lokali (kahve, oturma odası, kapı önü, kasaba meydanı) olmaktan çıkıyor. İnsan sesleri belirginliğini kaybedip uzaklaşan bir uğultuya dönüşürken zaman hissi de silikleşiyor. Akışın tek ölçüsü, suya az bir şıpırtıyla giren kulaçlarım, açılıp rahatlayan düzenli soluğum.

Açılıp rahatlayan sadece bedenim değil. Zihnim de suda onu izliyor. Kişiliğin dar sınırları usulca eriyor. Sıkışan-sıkıştıran düşünceler, duygular dikkat alanından çıkıyor.

Şimdi sadece su ve içinde hareket eden vücudum var. İkisinin de insanla ilintisi gevşerken doğayla bağı güçleniyor.

Bir kulaç. Bir kulaç daha.

Düşünmediğim, hayvani bir yoğunlukta hissettiğim yerdeyim artık. Anın farkındalığı ve o kadar.

Yanlış basılan bir ayak gibi çarpılıp yorulan, ağrıyan küçük benliğim, insanların kıyıda kalan gürültüsü kadar uzak.

Bedenimi deniz, bilincimi bilinçaltı taşıyor.

SUDA -II

Adanın uzun insan sessizliğinden (çalıları dolanan hafif esinti, kayalıkların etrafındaki şıpırtılar sadece) dönüşte güvenli yüzüş sınırına yaklaştıkça kıyıdan gelen sesler de yükselip belirginleşti. Sınır halatı boyunca ağır ağır hareket eden iki erkekle yolum kesişti. Güneşi yeni görmüş tenleri neon ışığının çiğ beyazında, birinin başı kelleşmiş, diğeri bıyıklı. Hararetli iş konuşmalarına herhangi bir yerdeki gibi devam ediyorlardı. “Gapılar” dedi biri, “Liste fiyatı mı verdin?!” Liste fiyatları, bambu kaplama ve diğer gapılar üzerine tartışmaları sürüp giderken yanlarından geçtim.

Denizden aldıkları tat, çıkardıkları sesle bir olanların arasına daldım. Ortalığı ayağa kaldırarak rafttan atlayanlar, çığlık çığlığa çocuklar, bir boy suda yemek tarifi alıp veren kadınlar, ikili, üçlü, beşli öbekler halinde dedikoduyu koyultmuş erkekler, kadınlar, çatlak sesler, gür sesler, cırlak sesler, barınaktaki balıkçı teknelerinden yayılan karışık müzikler.

Şezlonglarında cep telefonlarına şehvetle, avaz avaz konuşanların arasından çıktım.

15 Eylül 2012 Cumartesi

SUDA

İki gündür görüyorum. Yüzünde, yayılıp bana da sunduğu bir gülümseme. Simidinin iki yana açtığı kollarında birer de kolluk, hareket kabiliyetinden geri kalanla entarisi, altında pantolonu şişe söne yol alıyor.

Bir iki saat çıkmıyor. Sıcağı, kucaklayıcılığı, sonra sertlikleri, sürtüşmeleri uzaklaştırması, çok uzaklaştırmasıyla deniz, simidini, kollukları, entarisi-pantolunu aşıp belli ki ona yine de ulaşıyor.

Geç gelmiş bir keşfin hayretle karışık mutluluğu onca kısıtın ötesinde yüzü ile bedeni arasında gidip gidip geliyor.

7 Eylül 2012 Cuma

UÇAN KİREMİT

Nesneler ve izledikleri yollar.

Aldıkları yerler.

Yüklenip boşalan anlamları..

Demin duvarıma astığım kiremit işte.

Kurtuluş Savaşında yıkılan eski bir yatırın çatısındayken dedem sağlam kalan diğerleriyle birlikte toplatıp 20’lerin ortasında yaptırdığı ahşap “konakta” kullanmış.

Bir yatır kiremidiyken altına serilen hayatlardan herhalde pek de farklı değilmiş savaş sonrası çocuk çocuk büyüyen bir ailenin köy evinde doksan yıla yakın bir zamanda ilmik ilmik dokunanlar. Dualar tabii, kederler, korkular, sevinçler. İnişler ve çıkışlar. Çoğalma ile azalma.

Kiremit yaşlanmaya, bu yeni yapı ve baba ocağında kalan tek amcamla birlikte ama farklı tempolarda devam etmiş.

Bir vakitler bakışları üzerine çeken konak, kiremitten hızlı çıkmış. Direkleri, hatılları bel vermiş, cansuyu çekilen bir beden gibi iki büklüm olurken biçimini yitirmiş. Yine de insan en hızlısı. Amcam kiremidi de evi de geride bırakıp 91 yaşında öldü.

İki yıl önceydi. Son nefeslerinde, toprağa verilişinde oradaydım. Doğal, kaçınılmaz olanın aynı doğallık, kaçınılmazlıktaki acısıyla yüreğim ağır, ondan, bu yerden bir yadigar olsun istedim.

Nefesimi koyvermek için çıktığım çatıda üst üste konmuş kiremitleri gördüm. Çatının ziftli kağıt ve çinko ile onarılan kısmından artmış.

Birini elime aldım, tarttım. Ağır, oturaklı. Yaşı (karaciğer lekeleri, ağaç halkaları, cilt kırışıkları vs yerine) alt yüzünde tuttuğu kat kat küfle izini bırakmış.

Bir evi, ocağı, yuvayı özetleyiverecek en yerinde nesne göründü. (Hem taşı-toprağı tutmuş küf de içimi gıcıklar. Söze dökülmeyen ne duyuşların müziğidir bana.) Onu seçtim.

Kırılmasın diye kat kat sardığım bohçası içinde arabamın bagajında iki yıl boyunca dolaştı kiremit. Yerine asılmanın ertelenmesiyle zamana asılmış, nereye gittiysem arkamdan geldi. Güneye, batıya, kuzeye.

Az önce de başından beri yeri bildiğim duvara asıldı.

Ocak –birkaç bin yıl önce yaşasam, tanrısı/tanrıçası niyetine diyeceğim- uğuru olarak mutfağıma.