5 Ekim 2010 Salı

GÜNLERİN KÖPÜĞÜ

Geride nereden geldiği hatırlanmasa da tuhaf, yabancılaştırıcı tadını bırakan koyu bir uykudan şerit şerit uyandım. Karanlık boşlukta bir süre süzüldükten sonra çıkardım maskeyi gözümden. Hepsi de beyaz duvarların, dolapların yüzdüğü gür ışığa anlamadığını bile anlamayan gözlerle baktım. Boş. Boşluk. Neden sonra kendimi ellerimle gömdüğüm deminki karanlıkla arasındaki yaman karşıtlığı görüp güldüm.

Ne gerek var ki sınıfından küçük teknolojik cine göre güneşin şiddeti 10 üzerinden 7 küsur UV. (Ben ona “ultra-viol” diyorum, bu durumda daha isabetli.)

Kupamı bıraktığım yerden toplamaya üşendim; şekersiz, uykum kadar kara kahvem Tarsus usulü çay bardağında, terasta bulduğum dar gölge şeridine çektim rejisör sandalyemi.

Yeryüzünün, Rüzgarlar Adasının (bu tarihi isim, şimdiki tatsız yazlık kooperatif adından çok daha besleyici düş gücüne), evin, terasın, zamanın bu aynı noktasında kaç gün geçti döne döne, kim bilir.

Bir ölçeri olmuş olsa Yaşama Sevincinin 5-6’nın üzerinden başlayıp 9-10’a dayandığı görülecek kaç sefer?

İçimi genişletip daraltan tutku, öfke, barış, derin bir tefekkür hali, kendimden büyük bir şeylere teslimiyet ile renklenmiş-gölgelenmiş, biçimlenmiş kaç mevsim?

24? 25?

Kendimi sereserpe bıraktığım denizle birlikte dalgalanır ya da döşenmiş bir yolda ilerler gibi değil bu seferki.

Nereye çıkacağını bilmediğim, başımı kaldırıp öğrenmeye de zahmet etmediğim bir merdivenden tırmanır gibi daha çok.


Kalem arandım şöyle bir, bulamadım. Zihnimde birden belirip bol pudralı peruğunun altından hiç de küçük olmayan ağzını büzerek “Öyleyse sen de bilgisayarına yaz!” diyen Marie Antoinette’e güldüm. Dizüstünü kucağıma açtım. Gölgenin çoğunu ona bıraktım. 234 sözcüklük bu yazıyı tıkırdattım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder