Üç aydır oyuğuna çivi, çivisine de diş bekleyen çenem muradına erdi!
Gıcır gıcır seramik dişi iki parmağının ucunda pencereden akan sıcak yaz günü ışığına tuttu hekim arkadaşım. Sonuçtan memnun gülümsedi. Asistanının uzattığı küçük palete ince fırçasını batırıp açtırdığı ağzımdaki dişlerin tonuna ulaşmak üzere çalışmaya koyuldu. Biraz sarı, az biraz pembe, çok hafif beyaz, şöyle bir dokunup kalkılan turuncu.. Hatta gerçekçilik adına tınn! bir fırça ucu da katran siyahı. Sanatmış, dişlerin öğüttükleri bin bir şeyin alacasından oluşan tonunu tutturmak. Ama oldu. Birlikte büyümüşüz gibi duruyordu çıplak porselenin kat kat giydirilmiş son hali. Rengini fırında sabitledikten sonra çene kemiğimden meşum bir korsan bacağı gibi sarkan çiviye geçirdi. Ve tamam!
Tamam mı?
Çok.. katı, dedim. İskambil kağıtlarından yapılma kulübenin çakıl taşından bacası gibiydi hissi.
Güldü. “Dişlerimiz oynar. Buysa sabit. Alışman biraz zaman alabilir.”
Öyle duruyor şimdi. Ortamı kaskatılığı, mizahtan yoksunluğuyla geren biri gibi.
Halay çeken, horon tepenlerin arasına girdiği gibi dansı şaşırtan bir hareket fukarası misali.
Sabit fikir.
Tutarlık, erdem diye satılmaya bakılan taşlaşmışlık.
Heykeli dikilen bir uyumsuzluk örneği.
Ama iskeletim –arada dünyayla birlikte kavrulup gitmezse- un ufak olduktan binlerce yıl sonra “benden” kalmaya devam eden de o olur herhalde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder