Çok zaman önce Çatalca’daki büyük doğa parkında gezintimin sonunda bir uçta geniş kafesi içinde tek başına bir yaban domuzunun önünde durdum. İri cüsseli, güzel bir hayvan. Başka ziyaretçisi de yoktu. Evcil-yabani, domuza hiçbir zaman öğretildiği gibi bakmadım, hiçbir önyargım da olmadı. Tersine, dolaysız bir sempati duydum. İçim ısınmış, kafese yaklaştım. Fişin prize takılması gibi bir temastı. Hareketlenen hayvan tellere geldi. Başını uzakta tutarak yanlamasına yapıştı ve türüne özgü burun sesiyle yalvarırcasına dokunmamı istedi. Baklava dilimi açıklıkta sığdırabildiğim kadar parmakla uzandım, koyu kırçıl tüylerini -fırça gibi sert- okşadım. Tellere daha da yüklenerek devam etmemi istedi. Ettim.
*
Köylüğü
şaşmış köyümün bana cennet mevsimi. Tenha, içine dönmüş. İnsan safsatasından
sıyrılmış doğa, derinliklerini sunuyor. Bana cennet olan başkasına, çoğuna
cehennem. Sessizliği anlatırken, gıcırdayan bir levhanın işitilirliğinden içim
ışıyarak söz ettiğim bir yakınımın etine paslı çivi batırmışım gibi yüzünü buruşturması
bir kez daha hatırlattı. Siz siz olun, ben de ben. Benzerlik bulmak için
eşinmemize gerek yok.
Yağmur
sesi, rüzgar ve onun değişimleriyle dalgalanan renkler, sıcaklık. Zihin
yalnızlıkla, sessizlikle barışık, besinini bunlardan alıyorsa kendini deve
etmiyor. Sakin, suskun. Görüş keskinleşirken algılar derinleşiyor.
Doygunum,
hoşnut.
*
Geçen
akşam çöpü çıkardığımda yağmur yeni dinmiş, güneş batıyordu. Bir boy yürüyüp dönerken
sahili evin yoluna bağlayan kısacık sokağın köşesinde kocaman bir domuzla burun
buruna geldim. Tek başınaydı. Korkmadım da ne yapacağımı bilemeyerek apıştım.
Hayvanlarla konuşurum, kelimelerle değil, sesimle. Anlaşırız. Ama akşamın
karanlığında karşılaştığın bir yaban domuzuyla iletişimin adabı nedir ki?
Ben
kafamı kaşıyana kadar arkasını dönmüş, yola doğru uzaklaşmıştı.
Geriye
hiç soğumayan sempatisi ve domuza geçit veren tanrısal tenhalığa şükran kaldı.