28 Ağustos 2024 Çarşamba

VASATIN SİLİNDİRİ

Suda karşılaştık. Ne yaptığımı sordu. İplere tutunmuş, şnorkel alıştırması için başımı sokup çıkarıyordum. Söyledim.

“Aman ya! Hızlanacaksın da ne olacak! Yavaş mavaş, keyfini çıkar işte. Olimpiyatlara mı katılacaksın?!”

Bir şeyi ciddiye almak kötü mü, dedim.

“Oof, bir şeyi de ciddiye almayıver!”

(Ciddiye almak, allah vermesin, öznesine şüphe çekmeye yeter. Hiç havalı değildir bir kere, ayaküstü sohbetlere, boş gevezeliklere bırak malzeme olmayı, ayak bağıdır. Elinde kepçe, onu da derine indirmeye kalkışmaya gör, allah muhafaza!

Kendini vermek? Belki biraz daha az kulak irkiltici. Yoğunlaşmak? Soğuk, soğuk! Kabul edilebilirden yine uzaklaşıyorsun.)

Açıklama dürtüsü ağır bastı. Hızı hız için istemediğimi bir de ona söyledim. “Yüzmeyi çok seviyorum. Hareketlerim daha akıcı olsun istiyorum. Müzik seti alırken yüksek volümde ses kalitesine bakarsın. 120 desibelle müzik dinleyeceğinden değil, kısık seste billurluk aradığından. Hızlanma kabiliyeti benim için tam böyle.”

Sonra, sanki bir mazeret, hafifletici lazımmış gibi, “İşim gücüm yok, bununla uğraşıyorum işte” dedim. Kendimden daha fazla uzaklaşamazdım. Ama onu yatıştırdı, konuyu değiştirdi. Onun yerine şunu yap, bunu yap diye yollar gösterdi. İşin öğretmeni değildi. Yüzüşümü yukarıdan izlemiş bile değildi.

Hiç görülmediğim göze bir de salak gibi göründüğüm, üzerimden silindirle geçildiği hissi, genzime kaçmış tuzlu su tatsızlığında, denizden çıktım.

*

Karşımızdakine fi tarihinde çekilmiş vesikalık fotoğrafıyla bir dosya açıyoruz. Nispeten boş bir sayfa filan değil. Dosya. İçinde uzayıp giden tek bir çizelge var: Maddeleri, puanlaması kafamızdaki şablondan akıtma. Bir tür sınav çözüm cetveli. Uyar-uymaz, yerinde-yersiz. Hükmü buna göre basıyoruz.

Bakışın, seçimlerin vasatın dışına kaymaya görsün, normalin sopası hazır. Normalin tanrı kelamı olmadığı, kalburların en kabası ve aslında hazır/bayat bir çözüm cetvelinden ibaret olduğundan hiç kuşku duymamış, vasatımızı, vasatlığımızı doğru, haklı bilip dayatmayı sürdürüyoruz.

Karşımızdakini kendi perspektifi, nirengileri, koşulları içinde algılamak mı?

Aman ya, her şey de ciddiye alınmaz ki! Yapıştır yargıyı-vargıyı, çıkar tadını gitsin.

25 Ağustos 2024 Pazar

HADİ BAKALIM

Bir yüzme performansı sitesine göre (yaş, cinsiyet, kilo, mesafe ve zaman giriliyor) yaş grubumun hepi topu yüzde 0’ından hızlıyım. Elbette şaşırmadım. Olsa olsa suda hafif bir esintiyle sürüklenen bir Cola tenekesiyle yarışabilecek süratte yüzdüğümün farkındayım. Ama azmin elinden ne kurtulmuş!

Bu yavaşlık zaaflarımı açık ediyor. Motor hareketler söz konusu olduğunda ağır ol ki doğrusunu öğrenesin, yanlışları üstünkörü bir hızla geçiştirip pekiştirmeyesin derler. Ama tabii bu, Cola tenekesinin yüzme ömrüm boyunca tek akranım olmasına gönül indirmek de değil.

İlgiyle bellemeye baktığım videolarda ürkütücü bir gereçle tanıştım. Yüzücü şnorkeli. Bandı, yüzme gözlüğü üzerinde takılan eğik açılı, köşeli kesitli, dibinde valfli bir tahliye odacığı ile bir borudan ibaret. Ürkütücülüğü burnun açıkta olması. Zaten uyaranı da bol: Alışmak zaman (3-4 hafta) alıyor diyorlar. Ama sebata değer; nefesi böyle hidrodinamik bir destekle aradan çıkararak tekniğinizin aksayan yönlerine odaklanabilirsiniz. Meyvelerini hız ve artan çabasızlık olarak verecek.

Decathlon’un yolunu tuttum. Askılarındaki şnorkellerle bakıştık. Ufak boyları düşük kapasiteli çocuk ciğerleri içinmiş. Diğeri yetişkinlere. Bununla çalışmanın şimdilerde adıyla çok karşılaştığım VO2 max hacmini de artırdığı söyleniyordu. Bakıştık. Bir aksilik olmaz da Dimyat’a pirince giderken yuttuğum sularla denizin dibini boylamazsam kârlı görünen bir alışveriş. Bakıştık. Beli bükülmüş yalnız boru, hayalimde birden bina boyu uzanırken apartmandan kopmuş, boşluğa uzanan bir oluğa dönüştü. Üzerine de ona tutunup kopmasına neden olan bir hırsız eklendi. İmgeyi kovalayıp askıdan büyük boy bir şnorkel kaparak arkama bakmadan kasanın yolunu tuttum.

Akşam, dilim damağım kuruyana kadar sırf ağızdan nefes alıp vererek evin içinde şnorkelle dolaştım. Ertesi gün denize onunla girdim. Nefesi ağızdan alıp vermek kolay, suda açık burnunu idare etmek zor. İmiş. Yüzüstü denize uzandığım an burnuma sular doldu. Panikle doğruldum. Şnorkeli bırakıp tatsız bir yenilgi hissiyle yüzdüm.

Akşamın konusu bu boruya ne yapıp da alışılacağıydı. Alt tarafı ağızdan aldığın nefesi ağız ve burundan vermek. Videolar kısaydı ama atladığım bir püf noktası sundular. Dikey başla! Önce ağzın su altında kalsın, beynin tehlike olmadığına ikna olsun. Sonra yavaş yavaş burnunu sok-çıkar-sok. O da olunca yüzüstü suya uzan.

Bugün torbamı ve sarı tokyolarımı vestiyer ettiğim palmiyeye asıp, orduların mecbur başına geçirilmiş toy şehzade ürkek kararlılığıyla sanki kınından bir kılıç çeker gibi şnorkeli çekip çıkardım.

Hemen pes etme!

Yok, etmem.

Dikey ve dilim dilim suya girip her aşamada zaman geçirdim. Oluyor sanki.

Sıra açıyı kaydırmada. Bunda da bugünlük yeterince kafayı sok çıkar yaparak düne göre büyük, şnorkel tarihi için bir arpa boyu yol alıp kalanı borusuz ve yüzüm gülerek yüzdüm.

Bu bir peşrev, şnorkel. Bakalım hangimizin sırtı yere gelecek?

AŞIRI İŞLENMİŞ GIDA

Dondurmanın dünüyle bugününden söz ediyorduk. Artık ne süt süt ne şeker şeker, dedi. Sahlep ile meyvelerin yerinde de çoktandır yeller esiyor. Gelsin süttozu, çeşit çeşit esans, boya, kıvamlandırıcı ve mısır şurubu.

Türkbükü kadınları gibi dedim. Onca gerdirme, törpüleme, dondurma/botoks, doldurma ile ne ciltleri cilt ne dudakları dudak, göğüsleri göğüs, kıçları kıç.

17 Ağustos 2024 Cumartesi

BİLEYCİ

Önce üç tekerli hurda motosiklet belirdi. Buzda bademci ile macuncunun (sezon başında cılız bir çubuğu 100 liraydı) el arabaları arasında, eski mezarlık duvarı önünde yerini aldı. Sınıfsal temsilde bir evsizlerin (herhalde şimdilik) eksik kaldığı, görünür tüketimin ise halk plajı ile belediye kafenin dar çemberinde bile kuyruğu dik tutmaya çalıştığı böyle bir yerde gözü şaşırtan bir arz: Motorun arkasına takılı kutuya eğri büğrü kırmızı harflerle yazılana bakılırsa “kaynak işleri, bıçak bileyleme.”

Sahil boyu piyasa eden şıkıdım gençlere, beach’lere, kulüplere seğirtenlere, bütçesi çok daha düşük ama hiç değilse görünürde onlardanmış gibi salınanlara kim elinde sapı kopmuş çaydanlıktı, tencere tavaydı, körelmiş bıçaktı karışırdı ki? Nitekim bileyciye hiç bu tezgahın başında rastlamıyordum. Oturağının süngeri pörtlemiş, kutusunun arkasına iplerle sarmalanmış bir denk bağlı motor, cami avlusunda unutulmuş bir dede gibi başıboş durup duruyordu.

Bir zaman sonra bileycinin, ben denize geldiğimde kalkmış örtülerini katlayan ya da hala uyuyan plajdaki adam olduğu anlaşıldı. Buharda mısırcıdan çok farklıydı. Mısırcı, o saatlerde köprünün başındaki süslü tezgahının kenarında horultusu havayı ve bir çamaşır makinesi tamburu kadar iri göbeğini titreterek uykuda oluyor. Gün boyu başında kovboy şapkası ile kılığı kıyafeti ve herhalde işleri de yerinde ki seyyar tezgahın yanına nereye nasıl bağlandıysa bir evye ile musluğu, bir semaver ile çeşitli ıvır zıvır eklendi. O göbek ve elinden düşmeyen sigara ile güneş altında uyumaktan kazandığını harcayacak zamanı olup olmayacağını merak ettiğim oluyor.

Bileyci, motorunun arkasındaki kırmızı harfli yazı gibiydi daha çok. Silinmeye, araziye karışmaya eğilimli. Derken ahbaplar edinmeye, sabah erkenden gelen genç çalışanlarla sohbet etmeye, böyle böyle çevre edinirken özgüveni de yerine gelip kabarmaya başladı. Mısırcınınki kadar olmasa da taşkın göbeğini ileri, omuzlarını geri atarak, kollarını yana aça aça boydan boya yürürken artık tüm bu kumsal benden sorulur edası var.

Dün baktım, bütün motor, tekerlerin kenarı dahil gümüş rengine boyanmış. Aynı kırmızı, eğri büğrü harflerle yazılı iş tanımı artık bu parlak fon üzerinde, iki iş arasına da hançer ile satır arası, yine kırmızıdan bir bıçak temsili eklenmiş.

13 Ağustos 2024 Salı

YEVTUŞENKO

Hani bazen öğretmenlerin verdiği, filanca köyde kurulacak kütüphane için bağış ilanları olur ya, dedi amcam. “Çoğu insan elinden çıkarmak istediği kitapları yollar. Oysa bağış, canına dokunanı vermektir, senin için değerli olanı.” O hep öyle yapmış, en sevdiği kitapları yollamış, vermiş, dağıtmış. Öylece de yeniden okumak, sayfalarında dolanmak istediği kitapları çok aradığı olmuş, bazen yenisini almış bazen de hafızasında kalanla yetinmiş, artık elinin altında olmayanı içinde büyütmüş. Bunlardan biri de Yevtuşenko’nun Yaban Yemişleri imiş.

“Kaç zamandır aklımdaydı. Ah, olsa da bir kez daha okusam deyip duruyordum.” Derken yazlık sitelerinin ıskartaya çıkmış kitaplardan oluşma kitaplığında karşılaşınca dünyalar onun olmuş.

“Çevirmenini de (Mehmet Özgül) yedek subaylığım zamanından tanıyorum, kendi halinde, utangaç bir çocuktu. Dil Tarih’te aynı zamanlarda okumuşuz, o Rus dili ve edebiyatından. Çok güçlü bir bölümdü o zamanlar, sınıflarda bir avuç öğrenci, müthiş öğretmenler; iyi çevirmenler çıktı. Aslından ve harika çevirmiş!”

Kitabın cildi dağılmış, sayfaları sapsarı, mürekkebi solmuş. “Bir de şu puntolar! Tamam, anlıyorum, maliyet sorunu ama yaşlıları hiç düşünmüyorlar, okurken öyle zorlanıyorum ki..” Gerçekten de sıcağa karşı bambu perdelerin indirildiği odanın loşluğunda kendini zorlamaktan gözlerinin altında siyah halkalar belirmişti. Ama olsun!

“Kendimi alamıyorum. Öyle bir içine çekiyor. Sibirya’yı bir anlatışı var, insanın her şeyi bırakıp yolunu tutası geliyor!”

Yevtuşenko’yu bilmiyordum, varlığından amcamla haberim oldu.

“Aslında şairdir. Babi yar şiiri bir zamanlar dilden dile dolaşırdı.”

İnternet’te bulup açtım, verdim. Yazanı kendisiymiş gibi Ülkü Tamer çevirisini içinden taşarak okudu.

“Ülkü Tamer’i şair olarak pek tutmam ama bunu iyi yapmış.”

*

Bizim, oyuncak şımarığı çocuklar tüketiciliğindeki şıpsevdi dikkatimize karşılık amcam okuduğunu lif lif, hücre hücre, dokusuna inip duyusal bir fotosentezle özüne katarak okuyor. Şu cümlenin kıvraklığına bak diye nakşolan birini uzatıyor. İlk okuyuşta anlamadığını bırakıp geçmiyor. Şuna bir de sen baksana, diye, sulara kapılmış bir değirmenin, içinden çıkabilmek için işin mekaniğini bilmeyi gerektiren tasvirini gösterdi. Dişliler, halatlar, çarklara dolanıp tez elden pes ettim.

Uzun zamandır eskisi gibi okuyamadığını, yorulduğunu söylüyordu ama elinde bir lütuf gibi tuttuğu perişan ciltli Yaban Yemişleri ve ondan önce Macar yazar Mor Jokai’nin internetten ısmarlamamı (büyük bir işmiş gibi) rica ettiği Altın Adam’ı ile bir kez daha aşka gelmiş, kısa sürede yüzlerce sayfa okumuş.

Bundan da mıydı, birikmiş yorgunluktan mı, halsizdi bu sefer. İki günde bir verilen bahçe suyundan çiçeklere, çimen yerine suladığı yeşil otlara, sadece kendi bahçelerinde değil, komşularınkilere de olabildiğince verebilmek için borulardan ses gelir gelmez seğirttiği bahçenin gözünde büyüdüğünü gördüm. “Belki sadece şu köşedeki çiçeklere tutarım.”

Ölümle hep olduğu gibi dalga geçiyor. Ama yaşamak ağırlaşıp heyecanlar bir bir çekildikçe ölüm fikrinin hissi acaba neye dönüşüyor? Korku sanki değil, pazarlık da öyle. Aşina ama asıl şimdi tanışılacak bir şey mi?

“Bodrum’a her minibüsle inişimde Halikarnas Balıkçısı’nı hatırlarım; iki jandarma arasında Güvercinlik’ten yolu izi olmayan sürgün yerine bütün bir gün sürmüş yürüyüşünü.”

Halikarnas Balıkçısı aklına sık geliyor.

“Hastalanmış, hastaneye kaldırmışlar. 80’ini geçmiş, ah ben ölecek adam mıyım diyormuş!” deyip gülüyor. “Tabii. Üretmeye devam ediyor. Bense 93 yaşındayım! 93!” Söylemediği bir üstelik üretmeyen ile başı önüne düşüyor iç geçirirken.

Ona üretilmişin, yaratılmışın kıymetini bilmenin biricikliğini bir ayna olup göstermenin yolunu bulamamak yine kursağımda kalmış, damağımda tatlı-buruk bir tatla ayrıldım yanından.




12 Ağustos 2024 Pazartesi

DEĞİŞKENLER

 

İnsan ne kadar güçlüyse o kadar esnek

Ne kadar zayıfsa o kadar katı

Ne kadar katıysa o kadar kırılgan

8 Ağustos 2024 Perşembe

PARİS 2024

Yerdeki köpek pisliğinden müzelik sanat eserine, her şeye sayısız gözle bakılabilir, gözlerin ayarını verdiği sayısız da tepki gösterilebilir. Pek oturaklı ahkam kesenler, biraz yana kaysalar görünecek bambaşka şeylerin onları nasıl da havada bırakacağını fark edip hafif daha mütevazı olurlar mıydı? Kim bilir.

Olimpiyatlar gibi katman katman anlam, simge, statü yüklü bir faaliyette ben asıl şenliği bakışlardaki çeşitlilikte buluyorum. Seyrin seyrinde.

*

Voleybol milli takım kadrosuna son anda giren oyuncu evvelce ekip özbeöz Türk kızlarından olsa gururunun daha da artacağını söyleyip politik doğrucuları kızdırırken damardan milliyetçilere tercüman olmuş. Öz’ü hangi katışıksızlığa kadar indirmeli ki özbeöz sayılsın? Ana tarafından, baba tarafından mı, her iki taraftan mı? Ne kadar geriye? Peki ya özdeşleşme? Rayları nereye döşenmeli? Hangi istasyonlardan geçmeli?

Avustralya basınında Çin’le yarı final maçı ardından özbeöz olmayan oyuncumuzdan “Küba doğumlu Melisa Vargas attığı 41 sayı ile takımın temel direğiydi” diye söz edilmiş. Herhangi bir Anglosakson vd yayın organında nesebi gayrı oralı olanlar (belki en fazla etnik kökenleri dışında) belirtiliyor mu? Topraklarında (köklerine kibrit suyu dökülerek) kalanlar dışında kim ezelden beri bir yerli ki?

Bu ortak “yeri” coğrafyadan kültüre, zihniyete kaydıracaksak ötesini, geçmişini neden kurcalamalı?

Birbirine geçerek siyah-beyazcıların herhalde canını sıkan diğer bir bamteli de toplumsal cinsiyet. Erkek sporlarında “bayan” atletlerimizin başarısı, oğlan beklerken kızı olmuş babaların buruk sevinciyle mi karşılanıyor?  Ya onların karşısında başı dikleşen, gözü parlayan kadınlar?

Altınlarını 10’ar 10’ar sayan ülkelerle kalabalık kafilesinden bir gümüş, bir bronz madalya gelen bizim beşinciliklerle yazdığımız tarihlerle kabaran coşku.

Neye, neresinden, nasıl baktığımız, baktıkça renkten renge giren duygularımız ve bunlarla ne yaptığımız değil mi olimpiyatların hası? Sordurduğu sorular? Kirli nehirlere dalan, biz-onlar engellerinden aşan, sırığı ego çubuklarından aşıran.. sporcuların vekaleten kulaçladığı, koştuğu, güreştiği zihinlerimiz?

7 Ağustos 2024 Çarşamba

DERSLERİNE ÇALIŞMIYOR

Kafamı ve ellerimi baştan aşağı işgal eden bir işin ortasında (yaşlı bir adam için yarım yarım alınacak ilaçları bölerek diğerleriyle birlikte ilaç kutusuna yerleştirmek; kafası karışırsa diye günlük mü yapmalı, daha pratik olsun diye 10’ar günlük mü?) yanı başımda sesi beliren bir kadın içini çekerek annen de derslerine çalışmadığına üzülüyor diyor. Cevap vermiyorum. Verecek bir cevabım yok. Başımı çevirip tam arkama bakıyorum. Ufak boy yoğun bir yağlı boyadan canlanmış gibi bir görüntü: Koyu kahve, kalın gövdeli ağaçlar arasında öylece duran genç bir çocuk. İddiasız ahşap çerçevesini de göreceğim neredeyse ama bu bir yandan da bir beynin derinliklerinden yansıyan bir görüntü, farkındayım. Suskunluğum ve hareketsizlik sürerken birden kalın ağaç gövdelerinde bir dalgalanma oluyor; o ana kadar görünmeyen büyük bir üçgen parça yerden kalkarken birleşen ağaç gövdelerinin onun sonlandırdığı bir ejder kuyruğu olduğu ortaya çıkıyor, hayretler içinde kalıyorum.


1 Ağustos 2024 Perşembe

SABAH KAVMİ

Bedenim çalar bir saat. Bilemedin 7’yi 5 geçe havada bir yay çizdirdiğim çöpü fırlatıp konteynerlerin ordan kıyıya iniyorum. Karşılaştıklarım aynı. Şıkır şıkır yeniden açılan otelin efkarını memleketten uzun havalarla dağıtan kır saçlı gece bekçisi. Yolu hınca varan bir kararlılıkla adımlayan deri kovboy şapkalı Bodrum yaşlı-genci adam. Henüz açılmamış belediye kafenin masalarında gece vardiyalarını gündüz biraları başında tamamlayan kulüp çalışanları. Uzun kafileler halinde yürüyen İngiliz turistlerle peşlerinde mutlaka sokak köpekleri. (Buradakiler şanslı, herkes koruyup kolluyor, sevmeyenler de sesini çıkaramıyor. Yüz binlercesini bir de yasasıyla bekleyen hunharca kaderden şimdilik uzaklar.) Plajda geceleyen adam şezlongundan örtülerini toplamıyorsa hala horultulu uykusunda.

Denizde de aynı insanlar. Avuçlarını sıka sıka kulaç atan sarışın pehlivan az ötede. Biraz ilerde yarı beline kadar suya girip iskeleler boyu yürüyen amcayla karşılaşacağım. Dağarına bir süredir geri geri yürümeyi ekledi. Nyad adını taktığım beyaz boneli, orta yaşlı hanım tekme tokat suya girişmiş, halı silkeler gibi sesleriyle yaklaşıyor. Başını önden ve neredeyse göğsüne kadar sudan çıkararak nefes alıyor. Bu israfa azim azim birkaç tur yüzebilmek için epey kuvvetli olmalı, bakarken ben yoruluyorum. Sabah denizinin en etkili yüzücüsü egzotik bir böcek gözü gibi parlak yeşil gözlükleri olan genç. Kıyıya dik gidip geliyor. Telaşsız, hızlı.

Ben, yonttuğu kamışla verandada oturan, kumunu eleyip eleğini asmışlardanım. Yonttuğum kamış da bir enstrüman haline getirmeye baktığım yüzme. Akşamları yüzücü, antrenör videoları seyredip sabah öğrendiklerimden aklıma/bedenime yatanları deniyorum. Yüzme, düşünüp taşınmayı da içine alan topyekun bir uğraş oldu. Bugünkü deney konusu, suyu çekerken bileğini kırmamak, ön kolunu yekpare bir kürek gibi kullanmaktı. İşe yaradı. Ne sarışın pehlivan ne de Nyad ilk kez tur bindirebildi.

Ben çıkarken sonraki parti göz aşinaları suda. Köyün yerlisi adamlar kahvehane dedikodularına başlamış, onlardan bir kadın mavi bir takımla giriyor ve nasıl seviyor denizi. Cankurtaran kurtaracak can olmadığında görev tanımındaki diğer işin başında, sonu gelmez şişeleri, kutuları, ufacık (nedense) bidonlardan taşan, torbalarını kargaların deştiği çöpleri topluyor. Koruyucu figürünün Sisifos olduğu bir iş. Yarın sabah hepsi, hepimiz yeniden başlayacağız.

Rutin kimi için nankör bir ekmek teknesi. Onu rüzgar eden için de aynı’nın içinde bir yolculuk.

Sabah güneşi omuz başında, git gidebildiğine.