Boynum boyunca kayan alet arada birden duruyor, tavşanın kokusunu almış tazı gibi avını kokluyor, iki nokta arasını işaretleyip kayışına devam ediyordu. Kumandası başında oturan kıvırcık altın saçlı uzmanın sesi açmasını beklediğimi fark ettim. Sesi anlamlı işleyişlerin taranmasında bu benim en hoşuma giden fasıl. Ve açtı. Vücudumun gümbürtülü müziğini o gün ikinci duyuşumdu. Kalp kapakçıklarının kapanıp açıla burgaçlanan hışırtılı homurtusu üzerine şimdi de damarların şarıl şarıl ırmakları. Nasıl bir sesler coğrafyası! Odayı dolduran hacimleri içinde, düşünen aklımı birden küçücük hissettim, zerre zibil. Çok (aslında hiç) bilmişliğiyle araya girip tekere çomak sokmasa sürüp gidecek muazzam bir akışın sırtına binmiş, kıt varlığını onun sürücüsü sanan bir gafil.
Boynumu silerek kalkarken altın saçlı uzmana bu sesler ne
kadar büyütülüyor diye sordum. “Yani mevcut işitme kapasitemle vücudun içinde
dolanan bir hücre olsam, ortamı fısıltı mı, gümbürtü olarak mı işitirdim?” Hiç
sorulmamış bir soru muydu, şaşırdı. “Bilmiyorum ama biz elimizin altındaki
düğmelerle açıp kısabiliyoruz.”
Teşekkürler, dedim çıkarken, yere göğe sığdıramadığımız Ben
dediğimize bu olağanüstü fabrikanın söylediğini duyuran seans için: Karışma,
karıştırma yeter. Ben yaşaman için gerekenleri yaparım.
Tıkır tıkır.