İlk yazıyı buruşturup sepete şutladım. Eski gözlüğü de bir kenara kaldırıp içim yenisine hayret ve hayranlıkla dolu, deniz gözlüğü deneyimini yeniden yazmak üzere oturdum.
Kuzenimin armağanı. Sorup soruşturarak almış. Farkı
kuruda hissetmeye başladım. Bir kere epey daha geniş. Gözlerim bardak
çekilirmiş gibi vakumlanmaksızın oturuyor. Güzel kavrıyor ve rahat; güvenli bir
ilişki misali.
İşini nasıl gördüğüyse ortaya elbette suda çıktı.
Ne sızdırma ne buğulanma; dışarıya yer yer matlaşmış ufak
bir lombozun ardından bakmak yerine cam dipli bir teknedeydim. Belgesel
kalitesinde bir görüntünün içinde süzülmeye başladım. İlk seferde şansıma su da
alabildiğine berraktı. Aralarına güneşin parmaklarını daldırdığı irili ufaklı,
turkuazlı gümüşlü balık sürülerinin üzerinden yüzdüm. Taşlı kumlu çorak yamalı,
yosun adalı tabanın. Tirhandillerin bir uçta demirlediği açıklığı dilim içimde
bile tutularak geçtim. Dibin görünmediği bu vadide o ne maviydi öyle! Işığı
emerken göze pazen yumuşaklığıyla dokunuyor, öldürmek değil, varlığını kim
bilir ne, bambaşka bir şeye açarak yaşatmak üzere seni derinlerine çekiyordu. Kucaklama
niyetine kulaç atmaya başladım. Nefesim ve ellerimden doğup burgaçlanarak bir
rakstır tutturan gümüş çeperli ve beyaz kürelerle kabarcıklar gelip seyre
serpişti.
Gözlerimin önünde olup biten ciğerlerimi körükledi. Küçük
aralarla uzun bir mesafe boyu rüzgarı kolayına alan bir yelkenli gibi kaydım.
Hareketlenmeye başlamış plajda insanlar denizden
çıkarken bu kadar sırıtacak ne var dercesine bakıyor gibime geldi.
Ben biliyordum!