Kendimi bildim bileli (9. yaşımdan beri) doğum
günlerimde enerjim kabarıp taşıyor. Çemberin bir kez daha tamamlandığı gün bu.
Dönüş ama aynı yere değil. Sarmala doğru yükseldiği hissi veriyor. Semâ’da
dervişlerin daireyi tamamına erdiren adımları gibi.
Gel gidelim dedim kendime, küçük bir İyonya
turu atalım. Havanın kararsız olduğu dün sabah yola koyuldum. İlk durağım
Latmos Herakleia’sıydı. Bafa’nın karşı kıyısına hiç gitmemiştim. Bir iki köyden
geçip Kapıkırı’ya geldim. Serpiştiren yağmurda gölün sazlık kıyısından yükselip
arabayı köyün ilkokulunda bıraktım, yukarılara doğru yürümeye başladım. Yumuşak
eğrili devasa kaya kütlelerinin ötesinde zeytinlik kaplı tepeler, derme çatma
evlerle kaynaşmış antik kalıntılar, şurada bir duvar parçası, beride bir
kemer.. Mermer ile kerpiç. Sessizliğe serpilen hayvan sesleri, kuşlar, eşekler,
çanlarıyla koyunlar, tek tük de insan. İri tabelalarında yürüyüş ve tekne
turlarını duyuran pansiyonlarla birlikte evler de içe kapanmış. Daha yukarıları
denemeden ayağımın altındakilerle yetindim. Zeytinlikler içinden geçip kaleye
çıktım. Yağmurla derinleşen bir başkalık ardından görünüyordu çepeçevre göl,
sırtını verdiği dağlar, uzaklaştığım köy. Ay tanrıçası kızının dileğiyle Zeus’un
çoban Endymion’u sonsuz uykusuna yatırdığı kıyıya indim. Beyaz kumlara uzanan
bulanık gölde rengi atmış kayıklar, avdan dönen balıkçılar. Karavanını çekmiş,
güzel havayı bekleyen bir fotografçı ile sohbet ettim. Karşı adacıktaki kilise
kalıntılarına da bu hava mayhoş bir lezzet katıyordu ama herkesin damağı
kendine tabii.
İçine dalmaktan belirgin bir haz aldığım, mitler,
kendi anlatı ve masallarımla ortak ve kişisel geçmişte serbestçe dolanmaktı
galiba. Belli bir izi takip etmeden, gündüz düşlerine dalar gibi, anın kaprisi
nereye doğru üfürürse çağrışımdan çağrışıma.
Herakleia’dan doygun ayrıldım.
Didim’e yollandım, Apollon Tapınağına. Bütün
tanınmış sit alanları gibi etrafı halka halka genişlemiş, koskoca bir yerleşim
de burada oluşmuş. Neyse ki en yakınındaki çember tapınağı boğmayacak mesafede
tutulmuş yine de.
Hava yer yer açıyor, polaroid gök bulutların
arasından sıyrılıyordu. Dev sütunlar arasında tek başımaydım. Tapınak
kahinesinin rivayete bakılırsa zeminden sızan gazın da yardımıyla geçtiği başka
bilinç halinin hayaliyle iç avluya inen tünellerde sesimi salıp yankısına kulak
verdim.
https://soundcloud.com/sedatoksoy/tapinakta-in-the-temple?utm_source=clipboard&utm_medium=text&utm_campaign=social_sharing
Çıkışta açık bir kafeye başımı uzattım.
Garsonlar izinliymiş. Biri Gürcü, diğeri İzmit Yarımca’dan gelme Alevi, mekanın
diğer personeli iki kadın kuru fasulye-pilav önerdi. Yok, dedim, bana
karbonhidrat gerek. En karışığından bir pizza çıkardılar. Fırın ısınana kadar
Alevi hanımla al geçmişi vur bugüne, topluluğun halinden konuştuk. Hiç değilse
artık kim olduğumuzu eskisi kadar saklamıyoruz, dedi: Çokuz.
Hava yağmur kokmaya başlamıştı yine. Miletos’a
gitmeli mi, yolu boşuna uzatmadan Selçuk’a mı vurmalı? Hadi bir deneyeyim deyip
eski iç yolda kaldım. Didim’in dışlarında bir orman kampı, bir iki eski suratlı
site dışında hala boş kıyı şeridi. İnsanın yüreğini eriten, bakmaya kıyamadığın
bir coğrafya!
Karşılaştığım yabancı çifti saymıyorum, Milet
de benimdi. Tiyatrodan başladım, karşımda Serapis Tapınağı, büyücek bir koyun sürüsünün
kendinin ettiği kahraman mezarları arasından son yağmurlarla bataklaşmış
toprakta adımımı sakınarak hamamın, agoranın etrafından dolandım. Miletos beni
yapılarından önce konumuyla etkilerdi. Bu değişmemiş. Öncesinin liman kentini
şimdi çevreleyen bitek toprak ile denizi çarşaf gibi örtmüş düzlükte çözülmemiş
bir dilin tuhaf çekimi var. Epeyce bir kısmı su altında ekin tarlaları,
sazlıklarla görsel olarak zengin bir yama işi.
Selçuk’a sağanakta girdim. Ufak otele inerken
kesilmişti. Eşyamı odaya atıp en yakın çöp şişçinin yolunu tuttum.
*
Telefon adımlarımı saymaya devam ediyor ama sit
alanlarındaki 10 bin adım şehirdekiyle aynı değil. Zemini çökmüş yüksek
basamaklar ve tepe bayır ile bacaklar sıkı çalışıyor. Sabah 9 saatlik uykuyla
hala yorgun kalktım. Otelin tek müşterisi ben, kahvaltı edip sırt çantamı
yüklendim. Efes yolunu tuttuğumda taze kış sabahı, kırağı kaplı yer bitkilerinin
boz yeşili, Bülbül Dağının çam kaplı yamaçları, göğün soluk mavisinde dolgun ay,
kızıl iskeletli ağaçlar, çalılar.. Renklerin sıcağıyla iç içe geçen havanın
soğuğu yapacağını yaptı ve dinamo haline geçtim. Enerjin harcandıkça sen şarj
olursun, o hale.
Aşağı kapıdan iki yanı çamlık yola girdiğimde
bir süre aynı tarafa yürüdüğümüz bir turistle bendik yalnızca. Adamakıllı
ortaya çıkarılmış Meryemana Konsil Kilisesinden başladım. Sahne binasının
önündeki dev vinçle tiyatrodan Mermer Caddeye koyuldum. Gördükçe hafızamda bir
şeyler canlanıyordu ama gerisin geri dişe gelir bir bilginin, tazelenmiş tarihçenin
peşinde değildim. Bilginin kalıntıların bölük pörçük hali gibi olması rahatsız
etmek şöyle dursun, hoşuma gitti, gönlümü okşadı. Bırak erisin, bırak değişsin.
Hiçbir şeyi tutma. Eskinin restorasyonunu taşlara ve arkeologlara bırak.
Ne çok kedi olmuş. Okşanmayı özlemiş, konuşa
söylene yanına gelen tekiri, sarmanı, alacalısı, bakımlı, besili kediler.
Neredeyse ziyaretçilere sayıca denk derken öğleye doğru kafileler artsa da yaz
kalabalıklarıyla kıyaslanamaz.
Gök nasıl ışıl ışıldı. Taşa can katar, geçen
zamanı geçmemiş kılar gibi. Canla, zamanla bu ilişkiye herhalde iç göğümü
yansıttım durdum. “Bugün benim şükran günüm. Geçmiş-şimdi, bana dokunmuş,
kendini katmış, değerini vaktinde bilmiş ya da bilememiş olduğum herkese, her
şeye şükran.” İrili ufaklı şikayetler, hoşnutsuzluklar ufalanıp gitmiş, geriye
hayatta olmanın derinden, doğrudan takdiri kalmış. Doğum günleri bana böyle
yapıyor; kılıfı sıyrılan elektrik kablosunu çıplak elle kavrar gibi oluyorum.
Kokainsiz kokain etkisi. Kokaini izleyen çöküş
de yok üstelik.
Üç saate yakın kaldım Efes’te. Türlü milletten
insana karışmış, milliyetimden soyunup insanlığımı kendime atfettiklerimden
sıyırıp sıradanlığımı bildiğim, diğerlerine karıştığım, her türlü hafifledikçe
sevinç duyduğum bir zaman.
Kedilerin böyle pırıl pırıl dolaşmasını
sağlayan tuvalet bakıcısıymış. Bir gözü galiba kördü ama diğeri çevresini saran
kediler kadar parlak bir adam. Yüz taneler, dedi. Hepsini kısırlaştırdığını
ekledi gururla. “Yoksa mama mı dayanır?”
Ziyaretimi güneşe yüzümü verip tadını
çıkardığım kahve ile tamamladım.
*
Meryemana’ya çıkışta aşağıdaki ovaya, Selçuk ve
etrafına her dönemeçte daha da panoramik bir bakış. Yeşil bir çanağın denizde
biten ucu, alüvyon düzlük, vadiler. Tepede turistlerin kuşattığı ibadet yeri.
Şapele asık suratlı, sivil giyimli bir görevli göz kulak oluyor. Fotograf çekmeye
izin olmayınca insanların bir kapıdan girip diğerinden çıkması bir oluyor
zaten. Mumlar dışarıda yakılıyor. Ben yakmadım. Yananların fotoğrafını çekerek
vekaleten dilek diledim. Sükunet gereğinin hatırlatıldığı türlü dilden koca
panolar oracıkta dikiledursun, insanlar bağrış çağrış, iri kahkahalı. Bir
kişiden fazla olunduğunda ötekilere empati daha mı zorlaşıyor?
*
Aziz Yahya Kilisesi ve kale. Meryemana kadar
yüksekten değilse de bir başka kuşbakışı.
Müzenin karşısındaki Agora Restoran makul
fiyatlı, çok çeşitli, hızlı servisli bir Babil Kulesi. Gelen memnun kalkıyor.
Akşam da burada yiyeceğim.
Bildiğim en esaslı arkeolojik müze Aphrodisias
ama Efes ondan hemen sonra geliyor. Yamaç Evler buluntularına başlı başına bir
kanat açmışlar. Soluk kesici!
*
Günün son durağı, bir tırmanışın daha ardından
Şirince. Karşı yönden gelen arabaların sıklığı beni bekleyenin işaretiydi.
Köylüğü kalmamış köyün girişine park edip İstiklal Caddesine dönen sokaklarda
kalabalığa karıştım. Şarap, zeytinyağı, köy ürünleri, bin bir ıvır zıvırla
dükkanlar, tezgahlar. Sevan Nişanyan’dan öncesini, ta başlardaki halini biliyorum
bu eski Rum köyünün. Şimdi Bodrum’dan da beter, dağ başındaki kartal yuvasından
sağa sola kaçacağın yer yok. Buraya vaktiyle kafa dinlemeye gelenler kalmış
mıdır?
*
İşte böyle.
Başımı alıp gitmeyeli uzun zaman oldu. Civarda
böyle bir üç gün bile dünyanın bir ucuna yaptığın yolculuk kadar tazeleyici,
dolu, egzotik geldi.
Fotograflar:
https://photos.app.goo.gl/hPL1BtafTGNmjCm78
Fotografların devamı gelecek