27 Şubat 2022 Pazar

ZAMAN VE ZEMİN

Bugün Putin diyor, musibeti ondan biliyoruz. Ama bu bir zemin ve zaman meselesi. Putin ve benzerlerinin mesela Kuzey ülkelerinde ortaya çıkması neden daha zor?

Yekpare, başlı başına görünen her aktör (kişi, durum, olay) aslında sayısız koşulun (tarihin, coğrafyanın, kültürün vd) bileşimi ve etkileşimi. Başını sivilceden (altındaki bedenden), ağzını yanardağdan (yerküreden) ayırıp bunları mı sorumlu tutuyoruz? Ama söz konusu tek adamlar olduğunda yaptığımız o.

Onda biten ot ayrıntı, son derece dinamik ama çokça da karakteristik hale gelen özellik barındıran zemin ve onun kuluçkası zaman esas.

25 Şubat 2022 Cuma

AYI

Nato genel sekreteri “Kıtamızda barış sarsıldı. Şu anda Avrupa’da tarihte kaldığını sandığımız ölçek ve türde bir savaş var” demiş.

Savaş başka yerlerde olabilir. Biz çıkarıp istediğimizce yürüttüğümüzde haklılılığı, meşruluğu tartışılmaz. Elbirliğiyle Libya’yı dağıttığımız gibi, “Sen zorbasın!” buyurduğumuz diktatörlerin ağzını burnunu kırmamızda, bunu aslında halklara, insanlara yapmamızda beis yoktur.

Putin Rusya’sı vahşete takım elbise giydirmiyor, onu evrensel değerlerle cilalamıyor, zorbalığında bir de riyanın ağırlığı, dayanılmazlığı yok.

Buz gibi, çırılçıplak karşımızda.




24 Şubat 2022 Perşembe

AYNI GEMİDE

Ukraynalı arkadaşımın annesi Sovyetler zamanında gemilerde aşçılık yaparmış. Boğaz’dan geçerken kaçma ihtimaline karşı personeli aşağı indirirlermiş. Defalarca geçtiği Boğaz’ı böylece hiç kendi gözüyle görmemiş.

Nice yıl sonra arkadaşım onu İstanbul’a getirip Boğaz turuna çıktıklarında…

Kurşuni bahar sabahı Rusya’nın Ukrayna seferine giriştiği haberini okudum.

İçim bu anneden, evladından başlayarak cümle alemimize yandı.

21 Şubat 2022 Pazartesi

DİDİM-MİLET

 

Fotolar:

https://photos.app.goo.gl/f1ek9qeEnkGUpYDUA

19 ŞUBAT

Kendimi bildim bileli (9. yaşımdan beri) doğum günlerimde enerjim kabarıp taşıyor. Çemberin bir kez daha tamamlandığı gün bu. Dönüş ama aynı yere değil. Sarmala doğru yükseldiği hissi veriyor. Semâ’da dervişlerin daireyi tamamına erdiren adımları gibi.

Gel gidelim dedim kendime, küçük bir İyonya turu atalım. Havanın kararsız olduğu dün sabah yola koyuldum. İlk durağım Latmos Herakleia’sıydı. Bafa’nın karşı kıyısına hiç gitmemiştim. Bir iki köyden geçip Kapıkırı’ya geldim. Serpiştiren yağmurda gölün sazlık kıyısından yükselip arabayı köyün ilkokulunda bıraktım, yukarılara doğru yürümeye başladım. Yumuşak eğrili devasa kaya kütlelerinin ötesinde zeytinlik kaplı tepeler, derme çatma evlerle kaynaşmış antik kalıntılar, şurada bir duvar parçası, beride bir kemer.. Mermer ile kerpiç. Sessizliğe serpilen hayvan sesleri, kuşlar, eşekler, çanlarıyla koyunlar, tek tük de insan. İri tabelalarında yürüyüş ve tekne turlarını duyuran pansiyonlarla birlikte evler de içe kapanmış. Daha yukarıları denemeden ayağımın altındakilerle yetindim. Zeytinlikler içinden geçip kaleye çıktım. Yağmurla derinleşen bir başkalık ardından görünüyordu çepeçevre göl, sırtını verdiği dağlar, uzaklaştığım köy. Ay tanrıçası kızının dileğiyle Zeus’un çoban Endymion’u sonsuz uykusuna yatırdığı kıyıya indim. Beyaz kumlara uzanan bulanık gölde rengi atmış kayıklar, avdan dönen balıkçılar. Karavanını çekmiş, güzel havayı bekleyen bir fotografçı ile sohbet ettim. Karşı adacıktaki kilise kalıntılarına da bu hava mayhoş bir lezzet katıyordu ama herkesin damağı kendine tabii.

İçine dalmaktan belirgin bir haz aldığım, mitler, kendi anlatı ve masallarımla ortak ve kişisel geçmişte serbestçe dolanmaktı galiba. Belli bir izi takip etmeden, gündüz düşlerine dalar gibi, anın kaprisi nereye doğru üfürürse çağrışımdan çağrışıma.

Herakleia’dan doygun ayrıldım.

Didim’e yollandım, Apollon Tapınağına. Bütün tanınmış sit alanları gibi etrafı halka halka genişlemiş, koskoca bir yerleşim de burada oluşmuş. Neyse ki en yakınındaki çember tapınağı boğmayacak mesafede tutulmuş yine de.

Hava yer yer açıyor, polaroid gök bulutların arasından sıyrılıyordu. Dev sütunlar arasında tek başımaydım. Tapınak kahinesinin rivayete bakılırsa zeminden sızan gazın da yardımıyla geçtiği başka bilinç halinin hayaliyle iç avluya inen tünellerde sesimi salıp yankısına kulak verdim.

https://soundcloud.com/sedatoksoy/tapinakta-in-the-temple?utm_source=clipboard&utm_medium=text&utm_campaign=social_sharing

Çıkışta açık bir kafeye başımı uzattım. Garsonlar izinliymiş. Biri Gürcü, diğeri İzmit Yarımca’dan gelme Alevi, mekanın diğer personeli iki kadın kuru fasulye-pilav önerdi. Yok, dedim, bana karbonhidrat gerek. En karışığından bir pizza çıkardılar. Fırın ısınana kadar Alevi hanımla al geçmişi vur bugüne, topluluğun halinden konuştuk. Hiç değilse artık kim olduğumuzu eskisi kadar saklamıyoruz, dedi: Çokuz.

Hava yağmur kokmaya başlamıştı yine. Miletos’a gitmeli mi, yolu boşuna uzatmadan Selçuk’a mı vurmalı? Hadi bir deneyeyim deyip eski iç yolda kaldım. Didim’in dışlarında bir orman kampı, bir iki eski suratlı site dışında hala boş kıyı şeridi. İnsanın yüreğini eriten, bakmaya kıyamadığın bir coğrafya!

Karşılaştığım yabancı çifti saymıyorum, Milet de benimdi. Tiyatrodan başladım, karşımda Serapis Tapınağı, büyücek bir koyun sürüsünün kendinin ettiği kahraman mezarları arasından son yağmurlarla bataklaşmış toprakta adımımı sakınarak hamamın, agoranın etrafından dolandım. Miletos beni yapılarından önce konumuyla etkilerdi. Bu değişmemiş. Öncesinin liman kentini şimdi çevreleyen bitek toprak ile denizi çarşaf gibi örtmüş düzlükte çözülmemiş bir dilin tuhaf çekimi var. Epeyce bir kısmı su altında ekin tarlaları, sazlıklarla görsel olarak zengin bir yama işi.

Selçuk’a sağanakta girdim. Ufak otele inerken kesilmişti. Eşyamı odaya atıp en yakın çöp şişçinin yolunu tuttum.

*

Telefon adımlarımı saymaya devam ediyor ama sit alanlarındaki 10 bin adım şehirdekiyle aynı değil. Zemini çökmüş yüksek basamaklar ve tepe bayır ile bacaklar sıkı çalışıyor. Sabah 9 saatlik uykuyla hala yorgun kalktım. Otelin tek müşterisi ben, kahvaltı edip sırt çantamı yüklendim. Efes yolunu tuttuğumda taze kış sabahı, kırağı kaplı yer bitkilerinin boz yeşili, Bülbül Dağının çam kaplı yamaçları, göğün soluk mavisinde dolgun ay, kızıl iskeletli ağaçlar, çalılar.. Renklerin sıcağıyla iç içe geçen havanın soğuğu yapacağını yaptı ve dinamo haline geçtim. Enerjin harcandıkça sen şarj olursun, o hale.

Aşağı kapıdan iki yanı çamlık yola girdiğimde bir süre aynı tarafa yürüdüğümüz bir turistle bendik yalnızca. Adamakıllı ortaya çıkarılmış Meryemana Konsil Kilisesinden başladım. Sahne binasının önündeki dev vinçle tiyatrodan Mermer Caddeye koyuldum. Gördükçe hafızamda bir şeyler canlanıyordu ama gerisin geri dişe gelir bir bilginin, tazelenmiş tarihçenin peşinde değildim. Bilginin kalıntıların bölük pörçük hali gibi olması rahatsız etmek şöyle dursun, hoşuma gitti, gönlümü okşadı. Bırak erisin, bırak değişsin. Hiçbir şeyi tutma. Eskinin restorasyonunu taşlara ve arkeologlara bırak.

Ne çok kedi olmuş. Okşanmayı özlemiş, konuşa söylene yanına gelen tekiri, sarmanı, alacalısı, bakımlı, besili kediler. Neredeyse ziyaretçilere sayıca denk derken öğleye doğru kafileler artsa da yaz kalabalıklarıyla kıyaslanamaz.

Gök nasıl ışıl ışıldı. Taşa can katar, geçen zamanı geçmemiş kılar gibi. Canla, zamanla bu ilişkiye herhalde iç göğümü yansıttım durdum. “Bugün benim şükran günüm. Geçmiş-şimdi, bana dokunmuş, kendini katmış, değerini vaktinde bilmiş ya da bilememiş olduğum herkese, her şeye şükran.” İrili ufaklı şikayetler, hoşnutsuzluklar ufalanıp gitmiş, geriye hayatta olmanın derinden, doğrudan takdiri kalmış. Doğum günleri bana böyle yapıyor; kılıfı sıyrılan elektrik kablosunu çıplak elle kavrar gibi oluyorum.

Kokainsiz kokain etkisi. Kokaini izleyen çöküş de yok üstelik.

Üç saate yakın kaldım Efes’te. Türlü milletten insana karışmış, milliyetimden soyunup insanlığımı kendime atfettiklerimden sıyırıp sıradanlığımı bildiğim, diğerlerine karıştığım, her türlü hafifledikçe sevinç duyduğum bir zaman.

Kedilerin böyle pırıl pırıl dolaşmasını sağlayan tuvalet bakıcısıymış. Bir gözü galiba kördü ama diğeri çevresini saran kediler kadar parlak bir adam. Yüz taneler, dedi. Hepsini kısırlaştırdığını ekledi gururla. “Yoksa mama mı dayanır?”

Ziyaretimi güneşe yüzümü verip tadını çıkardığım kahve ile tamamladım.

*

Meryemana’ya çıkışta aşağıdaki ovaya, Selçuk ve etrafına her dönemeçte daha da panoramik bir bakış. Yeşil bir çanağın denizde biten ucu, alüvyon düzlük, vadiler. Tepede turistlerin kuşattığı ibadet yeri. Şapele asık suratlı, sivil giyimli bir görevli göz kulak oluyor. Fotograf çekmeye izin olmayınca insanların bir kapıdan girip diğerinden çıkması bir oluyor zaten. Mumlar dışarıda yakılıyor. Ben yakmadım. Yananların fotoğrafını çekerek vekaleten dilek diledim. Sükunet gereğinin hatırlatıldığı türlü dilden koca panolar oracıkta dikiledursun, insanlar bağrış çağrış, iri kahkahalı. Bir kişiden fazla olunduğunda ötekilere empati daha mı zorlaşıyor?

*

Aziz Yahya Kilisesi ve kale. Meryemana kadar yüksekten değilse de bir başka kuşbakışı.

Müzenin karşısındaki Agora Restoran makul fiyatlı, çok çeşitli, hızlı servisli bir Babil Kulesi. Gelen memnun kalkıyor. Akşam da burada yiyeceğim.

Bildiğim en esaslı arkeolojik müze Aphrodisias ama Efes ondan hemen sonra geliyor. Yamaç Evler buluntularına başlı başına bir kanat açmışlar. Soluk kesici!

*

Günün son durağı, bir tırmanışın daha ardından Şirince. Karşı yönden gelen arabaların sıklığı beni bekleyenin işaretiydi. Köylüğü kalmamış köyün girişine park edip İstiklal Caddesine dönen sokaklarda kalabalığa karıştım. Şarap, zeytinyağı, köy ürünleri, bin bir ıvır zıvırla dükkanlar, tezgahlar. Sevan Nişanyan’dan öncesini, ta başlardaki halini biliyorum bu eski Rum köyünün. Şimdi Bodrum’dan da beter, dağ başındaki kartal yuvasından sağa sola kaçacağın yer yok. Buraya vaktiyle kafa dinlemeye gelenler kalmış mıdır?

*

İşte böyle.



Başımı alıp gitmeyeli uzun zaman oldu. Civarda böyle bir üç gün bile dünyanın bir ucuna yaptığın yolculuk kadar tazeleyici, dolu, egzotik geldi.

Fotograflar:

 https://photos.app.goo.gl/hPL1BtafTGNmjCm78

Fotografların devamı gelecek

2 Şubat 2022 Çarşamba

ZEMBEREK

Kolları zembereğinden boşanan birer guguklu saat gibi açılıyor. Omuzları, dirsekleri, bilekleri boyunca geniş açılı, uzun eğrili bir harekettir başlıyor. Havaya yarım kalan fiyonklar, stilize tuğralar, iç içe geçen karalamalar çizerek devam ediyor.

Anlattığı ister o gün aldığı keçi peyniri ister memleketin hali olsun, böyle konuşuyor.

Ona bakarken bir su parkının kıvrım büklüm kaydırağının başına oturtulmuşum da sırtımdan itilmiş gibi oluyorum.