Dış dünyaya karşılık verdiğimizi sanırken gerçekte kendi
fizyolojimize tepki verdiğimiz saptaması benim için başımdan aşağı boca edilen
bir kova su kadar ayıltıcı oldu.
Evet!
İnsan hemen yok canım ama mesela.. diye başlayan hazır
itirazlar sıralayacak gibi olsa da susup gözlemlemeye koyulduğunda taşın nasıl
da gediğe oturduğunu görüyor.
Şu öngörülebilir tepkilerimizle başlayalım, düğmemize
basılmasıyla yayı boşalan reflekslerimizle. O (karşımızdaki veya içinde
olduğumuz durum) yaptı, o başlattı diyebilir miyiz? Harekete geçmeye hazır
bekleyen düzenek kendi içimizde oluşmuş, biz de bunu farkına varmadan
tekrarlaya tekrarlaya pekiştirmişken? Öfke,
çaresizlik, incinme, alınma.. Bunların her birinin belirli bir dokusu, algısal
tadı, gerilimi var ve bedene belirli şekillerde vuruyorlar. Bu ilk darbede her
şey henüz his düzeyinde. Hemen ardından bu hisle özdeşleşme, bunu ben algısına
katma, etrafını hikayelerle kuşatma (açıklamalar getirme, bir bağlama oturma) geliyor, sonra da etin kanınmış gibi savunmaya, savunurken saldırmaya
koyuluyorsun.
Kendini savunabilmek için tepkine bir meşruiyet, haklılık
atfetmelisin. Hiç zaman kaybetmeden giriştiğin de o oluyor.
Haklılık yarışına girdiğin an hep aynı şekilde
tekrarlayan oyuna uyanma şansını bir kez daha kaybetmiş oluyorsun çünkü insanı
bunun kadar körelten, kendinden başka şey göremez hale getiren, bu görebildiği
tek şeyden başlayarak tüm bakışını çarpıtan başka şey yok.
Bunlar içini boktan bir sahneye çeviriyor ve sen, tıpkı bol
soğan yedikten sonra avucuna hohlayıp koku oradan geliyor sanır gibi dışında
bir şeylerin seni bu hale getirdiğine inanıyor, bundan da hiç kuşku
duymuyorsun.
*
Judson Brewer’ın The
craving mind (açlık çeken zihin) kitabı bu yaklaşıma yeni bir bakış
getirdi. Brewer kötü alışkanlıkların bırakılması, iyilerin pekiştirilmesinde
alışkanlık oluşumundaki mekanizmadan yararlanmayı öneriyor.
Alışkanlık hangi sıralamayla oluşur?
Tetikleyici-davranış-sonuç/ödül-tekrar.
Tetiklendiğimiz andan itibaren çenemizi kapar, gözümüzü
açar, pür dikkat içimizde olana odaklanır, otomatik olarak yaptıklarımızı,
kaçıp sığındıklarımızı ayık kafayla izlersek davranışımızın sonucunu / ödülünü
buna yüklediğimiz anlamlardan bağımsız olarak, olanca çıplaklığıyla
görebiliriz. Dikkatin, farkındalığın bu kullanımı otomatik tepkilerle kendimize
ne yaptığımızın bilincine varmamızı sağlayarak alışkanlığın zincirini
kıracaktır. (Mesela sigaranın keyifti, avuntuydu ona verdiğimiz anlamların
ötesinde kendinden ibaret tadını ancak o zaman olanca pisliği, kirleticiliği,
enerji tüketiciliğiyle teslim edebiliriz.) Bunun yerine koyacağımız seçimli
davranışı da tıpkı kötü alışkanlıklar gibi tekrar ederek pekiştirebiliriz.
*
Kaçınılmaz olmayan ıstırabın kökü gelip
özdeşleştiklerimize dayanmıyor mu? Düşüncelerimiz, yargılarımız, inançlarımız,
izlenimlerimiz, duygularımız, ruh hallerimizle özdeşleşmeye?
Ya tüm bunların rastlantısal, kaprisli, değişken
karışımları değil de capcanlı, engin, dingin bir alansak da bizi oradan oraya
sürükleyen, vezir kadar rezil de eden bu şeylerin ne kendimiz ne başkasında
kişisel hiçbir yanı yoksa? Dört elle sarılıp gereğinde canımız pahasına
savunmaya kalkışmak yerine belirip dönüşmeye, dağılıp gitmeye bıraksak?
*
Yazarken bir yandan da dediklerimin
uygulamasını aramızın birden gerildiği babamla yapıyorum.
Öfkenin göğsümden kollarıma, bacaklarıma doğru
sinirlerime elektrik verilmiş gibi yayılışı. Bir shot adrenalin. Sığlaşıp
sıklaşan nefesim..
Fizyolojik halimi izliyorum (bunu doğru dürüst yapabilmek
için yazmaya ara verdim tabii).
Alışılmış tepkim “Zaten sen de!.” diye başlar, safımı
pekiştirecek geçmişten ne kadar moloz varsa getirip yığar, kendi payımı
azaltırken onunkini ayyuka çıkarmaya bakar, bu hakkaniyete (ve o öfke içinde bile
görebildiklerime) sığmadığından bir de onun sıkıntısını yaşardım. Huzursuz
düşünceler kafama üşüşür, dağıtmak için bir sigara yakar, bir şeyler atıştırır,
internette boğulmaya giderdim vs. İçim karardıkça görüşüm daralır, hayatın
anlamsızlığına kadar yuvarlanırdım.
*
Farkındalık meditasyonu yapanların beyinlerinde “ben” ile
ilgili, hayata been! referansıyla yaklaşan
bölümün etkinliğinde keskin düşüş görünüyormuş. Vipassana’nın (farkındalık
meditasyonu) anlamı yaşamı olduğu gibi (koşullanmalarımızın filtrelerinin
ötesinde) görebilmek.
Her şeyi bu aşırı vurgulu “ben” fikri-hissiyle
karşılamamanın esenlik, iyilik haliyle ilişkili olduğu da görülmüş.
*
Brewer, izleyin, diyor. Tepkiniz bir daralma, sıkışma,
uzaklaşma, itme mi yaratıyor, tersine size ve karşınızdakilere alan mı açıyor?
Her iki türün de sonuçlarını hissede hissede yaşayın, tercihinizi yapın ve bir
dahaki tetiklenmede tekrarlayın.
*
Bir başka iyi gözlemci tek bir cümleyle özetlemişti:
Hiçbir şeyi kişisel bir hale getirme.
Evet.
Ortak bir gerçeklik içindeymişiz gibi yaşıyoruz ama
aslında herkes kendi kafasındaki ona özgü, tekrarı olmayan kokteyli gerçek
biliyor. Bunu göz ardı etmemekte çok yarar var.
Sahnemizin başkişisiyiz, başkalarınınkinde de aynı önemde
olduğumuzu varsayıyoruz. Bizi kendimiz kadar bilebileceklerini, bilmeleri, gözetmeleri, saymaları gerektiğini, aynı açıdan gördüklerini vs.
Kiminin sahnesinde daha ön planlarda yer alıyor
olabiliriz, çoğunda figüranız. İçerden yaşarken verdiğimiz tantanalı önemi bize
başka kimse veremez. Ne de dikkati. (Dikkat deyince durmak lazım gerçi,
bölünmüş, parçalanmış, lime lime dikkatimizin perişan hali dönüp kendimizi de
vurmuyor, nice haklılık iddiasıyla başkalarından talep ettiğimizi kendimize sunamaz
hale getirmiyor mu?)