19 Kasım 2024 Salı

İSTANBUL'U ELERKEN

Köprüden körfezi geçer geçmez İstanbul trafiğe düştüm. Amazon’un bir kolu gibi, akıyordu ama ne çok, ne çok araç. Şehir şoförlüğüme bir şey olmamış. Yine de, onu seyreden yanımın ağzı açık, bu ağırlı hafifli gür araç debisiyle birlikte içlere dalıp eve geldim. Ayıklayıp yeni sakinine yer açacağım küçük eve.


Ayağımın tozu, kafamın dumanıyla ilk iş kağıtları önüme çektim. Ekstreler, faturalar. Yılların para akışını (yaşarken bunlara eşlik edenleri) gerilere doğru hızlanarak yırtıp yırtıp kara çöp torbaları doldururken mektuplarda durup onların zamanına, insanlarına döndüm. Kronoloji, bir atkısı takılan, diğeri hızlanan bir örgü makinesine benzedi. Zamanın bu kendi etrafında dönüşü de içimi karıştırdı.

Sınırlı zamanın yükselttiği manik bir enerjiyle kolları sıvadım. TV, internet vs dikkat çelicilerin yokluğunda birkaç gün boyunca sonunda frenime basana kadar saatler süren bir odaklanmayla kendimi elimdekine, önümdekine verdim.

Ele, ayır, ver, at, bırak.

Sırf nesneler değil, hayatım da arka planda bu “artık şimdi-burada” kalburunda güncelleniyordu. Bazı şeyleri (çoğunu) rahatça salarken bazısına nasıl tutunduğumu gördüm.

Değer nedir, değersiz nedir? Önem nereden gelir?

Ne saklanmalı, korunmalı, ne bırakılmalı?

Tutunduklarım harcımda ne kadar yer tutuyor?

Beni ben yaptı dediğim geçmişi, tıpkı dijitalleştirdiğim fotoğraflar vs gibi daha elle tutulmaz-yer kaplamaz biçimlerde (dokunulduğunda yeniden canlandıkları yüreğimde, zihnimin labirentlerinde) ”tutmak” ile yetinebiliyor muyum? Fiziksel varlıklarına, görüp göstermeye ne kadar ihtiyacım var? Gözden ırak, gönülden ırak ama ne olur ne olmaz, dolaplarımda mevcut olmalarına?

*

Aidiyetim burada olmadığım yıllarda iyice gevşemiş, küçük evden de ayrılışımla artık adı da değişiyordu.

Yeni bir fasıl.

Bu geçiş hali, şehrin hissini alabildiğine değiştirdi. Elde bir olmaktan çıkan İstanbul’un algısı aydınlığı karanlığıyla berraklaştı, kontrastlar keskinleşti. Şehrin ezici gelen büyüklüğü, kalabalığı, sıkışıklığı, cıvıl cıvıl, nefes alıp aldıran heyecan verici anlar ile iç içe geçti. Canlı renkler ile bungun, yeknesak renkler.

*   

İstanbul’un pompaladığı sigorta attıran enerjiyle evimi ve kendimi kalburdan geçirmekle kalmadım, aynı soruları ona da sorarak şehre dalıp çıktım.

Deniz-kara-yeraltı toplu ulaşım ağı ben bırakalı alıp başını gitmiş. Nerelerin nerelere çabuk yoldan bağlandığına hayret ettim.  Belediyenin ince işleri. Dönüştürülen silolar, gazhaneler. Yeniden kazanılan Feshane, Bulgur Han gibi yapılar. Zengin ve zevkli kütüphaneler. Makul fiyat, nefis manzaralı lokanta, kahveler. Upuzun yürüyüş yolları. Güzel işler.




*

Arnavutköy köylükten çıkmış, paragöz lokanta, bitişik düzen ufak tefek kafe, yeri dar, ayaküstü lokanta ile dolmuş. Dükkanında kalabilmiş plastikçi-zücaciyeciye ayakkabı tamircisini sordum. Kapanıp gitmiş. Mahallenin uykulu, kendi halinde, kendini unutarak dalıp çıktığın havası gibi. Zücaciyeci o vaktin uzayan son demi.

Sonlarında yetiştiğim (Çağlayan  sağ olsun) Salgado-Genesis sergisi olağanüstü yoğunluğuyla ciğerlerimi açtı. Anlatım, teknik, detaylar, fiziksel ve artistik boyut, kat kat, dalga dalga hissime, düşünceme yayıldı.

Ardından, yolun karşı tarafında, İstanbul Modern’de önceden mimlediğim Olafur Eliasson’un Senin Beklenmedik Karşılaşman ile Chiharu Shiosta, Dünyalar Arasında sergileri. Şehrin tesellisi, sanat. Sanat şehirde bir hayatta kalma stratejisi. Kent yaşamının merhemi. İstiridyenin inci yapımı.



İstanbul Modern’in yeni binasından rıhtıma çıktık. Önümüzde sur gibi dikilen dev yolcu gemisi henüz demir almış, yerini deniz ile karşı kıyıya bırakmıştı. Poyrazın hareketlendirdiği bulutlar ışığı kısıp açarak maviyi koyultuyor, Boğaz’ın dalgalı lacivertini yeşile çalıyor, ciğerlerimize oksijen pompalıyordu. Hepsinin üzerine ikonik İstanbul sesleri, vapurlar, martılar. (İstanbul’da poyraz, diriltici bir yabancılaşmanın rüzgarı. Derinleştirdiği renklerle ışığı, temizlediği nefes bana hep doldur ciğerlerini, diyor. Kop kalabalıktan. Ayrıl, ayrış.)

*

Bambaşkasın İstanbul. Çok güzel, arada bir. Ezici, boğucu. Kamçılayıcı. Çoğaltıcı ve tüketici.

*

Aydınlık ile karanlık, İstanbul’da kumarbazın durmadan kardığı kartlar gibi yer değiştiriyor, geçişip ayrışıyor, sürekli farklılaşan bir sıralama izliyor. İnsan elinden ya da doğal, benzersiz bir anın bir öncesi, bir sonrası kokuşmuşluk, yozlaşma, yoksulluk, vandalca bir kıyım. Çirkinin diğer yarısı güzel. Sonra aniden tersi.

*



Kuzeye, Karadeniz’e doğru gitmedikçe bina, insan ve araç trafiği yutucu.

Yukarılar ve Boğaz’ın henüz kemirilmemiş bitki örtüsü, çağından sıyrılan zaman dışı bir İstanbul sunuyor. Kalan yeşilde güz alacası, buraların sükuneti, az sesliliği,  son bir iki gün ilaç gibi bir kapanış sundu.

Bitti.

Damağımda poyraz sonrası gibi taze bir tatla ayrıldım.

Unumu eledim, kalburumu astım. Az ve öze dönüyorum.

17 Ekim 2024 Perşembe

VERANDA BAKİ

Sonbahar zamandan sıyrılmış, son’u atıp baharda uzayıp gidiyordu. Hava ile su sıcaklığı amniyotik sıvı kuşatıcılığında. Kızışmışlığı gerilerde bir yerde kalmış sıcak, anaç bir kucaklama gibi sürer giderken rüzgar kuzeye döndü. Tiz, keskin, kuru ve kurutucu. Cilt, sinir, önüne geleni koptu kopacak bir saz teli haline getiren. Sinekleri et koparıcı, denizi çalkantılı.

Kıyım-inşaatın burgaçlanan olanca tozu da yön değiştirdi. Gözümüzün önünde havayı bulandıran bulutlar nasibimizi yine de aldığımız yüklerini geniş bir yay çizerek açıklara çevirdi.

Perde iniyor, pastırma yazı bitti, size yol göründü der gibi. (Hoş, Ekim, mevsim karmaşası yaşar burada. Kah ne olacağını bilemeyen ergen kah fazlasıyla bilen yaşlı adayıdır, seni de peşi sıra sürükler.)

*

Bazen yanan canın bazen tatlanan ağzın ile karşılarsın ama ne, neyi, nasıl diye bakmazsan değişim değişimdir. Güney bizim için kuzey rüzgarından önceki güz gibiydi. Dopdolu bir yalınlık, yeknesaklık. Kuşatıcı, doyurucu. İn gönlünün derinliklerine bak; başka şey istemezdin. Yığılmayla birlikte ağır basan hoyratlık, duyarsızlaşma, duvarlaşma oldu. Buranın ince sazı kulak vermeye bakar, kuru gürültüye gelmez.

*

On yıllar geldi geçti. Babam ömrünün uzun pastırma yazını burada yaşadı. Burayla kurduğu derin bağı da bize bıraktı. Toza toprağa, dümdüz edilen yamaçlara, talana rağmen, hepsinin altlarında fısıldadıklarını hala işitiyoruz. Şimdi toz kaplı verandadan, babamın oturduğu yerden (“Dünyanın en zor şeyidir hiçbir şey yapmadan oturmak, dene de bak” demişti gülerek) pek çok şey değişti, görüşümüz değişmedi. Sonu görünmeyen bir es halinde uzayan güz gibi zamanın dışına asılı, omuz başımızdaki kıyım burun dibimize gelene dek de böylece süreceğe benziyor.



https://photos.app.goo.gl/Y6G9eXmZMCxB3hMWA

16 Ekim 2024 Çarşamba

YAPACAK BİR ŞEY YOK

Bir meramımı dile getirmeye kalkıyorum. Genellikle ortak bir sorun. Altında bunalmışım. Görünürlerde bir çözüm de yok.

Karşımdakinin cevabı hazır:

Yapacak bir şey yok!

Onu ben de biliyorum, eksik olma. Ama silkilen omuzlar eşliğinde ağzıma tıkmasan?

Paylaşıp hafifleteyim diyecek olduğum sinirim, çekiliveren bu set ile renk değiştirerek artıyor. Kendime dönüp bir de “Bak, ne güzel kabullenmiş işte, yüreği serin, mukavemeti kavi” deyip tavrımı mızmızca buluyorum.

Yapacak bir şey yok! beni üzerine limon sıkılmış istiridye ediyor.

*

Ama kendime söylediğimde bambaşka. Tek parça, güçlü kuvvetli, edilgen değil, aktif bir kabulün gür sesi.

14 Ekim 2024 Pazartesi

KEÇİBOYNUZU

Oysa ne güzel ağaç. (Ağacın çirkini var mı ki?) Geniş gölgeli gövdesi, küçümen yapraklarının koyu (Faber) yeşili. Ama bu sıralar çiçeklenme önceki kokusu! Birkaçının sıralandığı yol ağzından uçtaki balıkçı barınağına yürürken suratımız buruşur, burnumuzu tutardık. Güneşte unutulmuş bir leğen sodalı suya basılan kirli çamaşır kokusu derdim. Dün denize giderken güzelliği içimde, kokusu burnumda yükselen ağaca dönüp tatlı bir yürekle Ayy keçiboynuz! Başlamışın yine dedim.

Su çok güzeldi. Deniz kokusu dümdüz, arındırıcı. Hafiflemiş, tazelenmiş çıkarken burnumda sayfa çevirip ağacı sil baştan kokladım. Ne ılık sodalı su, ne kalmış kirli çamaşır; iticiliği-çekiciliği olmayan, kendiyle başlayıp uzanan ve biten bir yeni koku.

Yepyeni, bambaşka.

Keçiboynuzuyla denizi birlikte  selamlayıp evin yolunu tuttum.